Tuesday, October 27, 2009

Berlin Duvarı’nın Yıkılışının 20. Yıldönümünde…

1980’lerde kapitalist sistemin, Reagan-Thatcher ikilisinde ifadesini bulan önderliğinin iki arzusu vardı: ‘Şeytan imparatorluğu’nun (SSCB) yıkılması, “serbest piyasa” modelinin küreselleşmesi...

Bu arzular, SSCB’nin ve de 1929 krizi sonrasında mal ve finans piyasalarına getirilen kısıtlamaların artık olmadığı bir dünya tasarlayarak, adeta bir nihai kurtuluş fantezisi oluşturuyordu. Diğer bir deyişle, peygamber (serbest piyasa) ikinci kez gelecek, aynı anda şeytan (“komünizm”) tarih sahnesinden çekilecekti…

Ah! Ama şeytan, “Arzuladığın şeye çok dikkat et. Bakarsın gerçekleşebilir” dermiş. Psikanaliz de, “fantezi gerçekleştiğinde ortaya çirkin bir şey çıkar” diyerek uyarır. Ekim ayı, bu uyarıları haklı çıkaran olaylarla doluydu.

Yüzyılın en büyük düş kırıklığı...

Bu arzular (kurtuluş fantezisi), 1989 Ekim ayında gerçekleşmeye başladı. O yıl Çin’de Tiananmen Meydanı katliamı yaşanıyor, tüm Doğu Avrupa’da rejimler sallanıyordu. 9 Ekim’de Doğu Almanya’nın Leipzig kentinde Nikola Kilisesi önünde başlayan gösteriler giderek ivme kazandı. 18 Ekim’de de Başkan Honecker istifa etmek zorunda kalınca, Doğu Alman devleti çözülmeye başladı. SSCB’nin 1991’de çöküşüyse “komünizmin” sonunu vurguluyor, uluslararası sermayenin kullanımına yeni alanlar açıyordu. Tüm dünyada birkaç yıl içinde egemen hale gelen “küreselleşme” ideolojisi ise ikinci arzunun da gerçekleşmeye başladığını gösteriyordu.

Şimdi filmi hızla ileri doğru sararak bugüne gelelim. Bu yıl, ekim ayında, bu iki arzunun / fantezinin gerçekleşmesinin 20. yıldönümünde, artık medyada olağan hale gelen düş kırıklığı, kızgınlık, hatta tiksinti görüntüleri, şeytanın haklı çıktığını göstermiyor mu?

Küresel serbest piyasa kurma projesi, “yüzyılın en büyük mali krizi” denen ‘şeye’ yol açtı. Mali piyasaların sihirbazları, “dünyanın yeni efendileri” aniden toplum vicdanında suçlu, sahtekâr, açgözlü sapkınlar konumuna düştüler. Geçen yıl Wall Street’in ikramiye dağıtma döneminde, Prof. Dominique Moisi, ABD bankerlerine, Fransız devrimi öncesi aristokrasinin içine düştüğü “gafleti” boşuna anımsatmaya çalışıyordu. Yozlaşan her egemen sınıfın üyelerinde olduğu gibi, bu kez de küstahlıkla aptallık yine el ele gidiyordu. Önceki hafta, “krizin” ortasında, bankacılara yönelik nefret zirve yaparken çalışanlarına 16 milyar dolar ikramiye dağıtan Goldman Sachs’ın Genel Müdürü “Halk bu ikramiyeleri hoşgörüyle karşılamayı öğrenmelidirdeyiverecekti (The Guardian 21/10/09).

İlk anda krizin faturasını, açgözlü bankerlere çıkararak, serbest piyasa modelini aklama çabaları, devlet devreye girip de kurtarma operasyonlarına başlayınca, yerini, giderek ivme kazanan bir neo-liberalizm, serbest piyasa eleştirisine bırakmaya başladı.

Financial Times gibi yayınlarda, mali sermayenin denetlenmesi, kurala bağlanması konuşulurken İngiltere’de Finansal Hizmetler Denetim Kurulu’nun (FSA) başkanı (daha önce Standard Chartered ve Meryll Lynch yönetim kurulu üyesi- ‘döner kapı’ sistemi işte…) Lord Turner’in, bankacıların yıllık yemeğinde konuşurken, “Geçtiğimiz yıllarda bankaların geliştirdiği kimi etkinlikler (krizde patlayan enstrümanları kastediyor), toplumsal olarak yararsızdır” sözleri dinleyicilerde şok etkisi yaratmıştı. Geçen hafta da İngiltere Merkez Bankası guvernörü, bankaları kurtaran mali desteğin yarattığı kamu borçlarını vurgulayarak “tarihte hiçbir zaman bu kadar az insan, bu kadar çok insana bu kadar çok borçlanmamıştı” diyecek, büyük bankaların parçalanmasını, diğer bir deyişle mülkiyete siyasi müdahaleyi savunacaktı.

Şimdi, piyasaların kendiliğinden dengeye geldiğini, buna karşılık devletin dengeyi bozduğunu savunanların akıl sağlığından kuşku duyuyoruz. “Serbest piyasa” fantezilerine kapılanlar büyük bir düş kırıklığı yaşıyorlar.

Emperyalizm mi dediniz?

“Küreselleşmeci” savların iflası, mali sermaye - devlet ilişkilerinin, mercek altına alınması insanların tarihsel hafızalarını da canlandırarak bir seri başka “düş kırıklığı”na da yol açıyor.

New York Times’ın “Emperyalizm, Goldman Sachs Tarzı” başlıklı yazıda aktardığına göre, önceki hafta, Bart College’de, bir grup siyaset bilimci, felsefeci, ekonomist, “Hannah Arendt’in emperyalizm tartışmaları, mali krize ışık tutabilir mi?” başlıklı panelde bir araya gelmişler. Panelde, Arendt’in emperyalizmden söz ederken yaptığı, “siyasi güce yapılan yatırım, paraya yapılan yatırımın önünü açmıyordu. Aksine siyasi güç ihracı, para ihracını izliyordu” … “1860-1870’lerin mali skandallarından sonra, uzak diyarlardaki yatırımlarını koruma gereksinimi, kapitalistleri, tarihte ilk kez girişimlerini siyasi güce dayanarak, devlet eliyle güvence altına alma yoluna itmişti” saptamaları üzerinde durulmuş.

Bu panel, sermaye ihracı ile emperyalizm arasındaki ilişkiyi vurgularken muhafazakâr tarihçi Niall Ferguson, İngiltere’nin en muhafazakâr gazetesi, The Daily Telegraph’daki yorumunda, mali sermayenin tekelleşme eğilimiyle, kriz arasındaki ilişkiyi anımsatıyordu. Ferguson’un, “geçen yıl yaşananlar Marksizm-Leninizmin, ‘Finans kapitalin gittikçe artan yoğunlaşması sonunda krize yol açar. Bunu da banka sisteminin devlet mülkiyetine geçmesi izler’, diyen merkezi savlarından birini, gecikmeyle de olsa kanıtladı” (09/10/09) saptaması özellikle anlamlıydı.

Paneldeki tartışmaları, Ferguson’un saptamalarıyla birleştirince, Lenin ve Bukharin’in kurduğu modern emperyalizm teorisinin bileşenlerine ulaşıyoruz: Tekelci mali sermaye, sermaye ihracı, ihraç edilen ülkedeki çıkarını korumak için devlet müdahalesi...

“Şeytan imparatorluğunun” yıkılmasının sonrası da ilginç. ABD’nin tek süper güç, “sermayenin küresel devleti” konumuna ulaşma rüyası giderek, “ABD sonrası dünya” kâbusuna dönüşüyor. Afganistan, Irak fiyaskolarının yanı sıra, küresel serbest piyasa projesi sayesinde yükselen (ironiye bakar mısınız!) Çin, Brezilya, Hindistan, Rusya gibi ülkeler artık ABD’nin iradesine sınır koyabiliyorlar. “Duvar” yıkıldı, ama Almanya birleşerek dünyanın en büyük ihracatçısı, AB’nin merkezi olarak yükseldi, giderek “normal” (uluslararası alanda askeri güç kullanmaya hazır) bir ülkeye dönüşüyor. İçine kapalı SSCB yıkıldı, ama bu kez, enerji jeopolitiğinde etkin, Çin ve diğer Asya ülkeleriyle birlikte, ABD karşıtı bloklar kurmaya çalışan, sermaye ihraç eden bir Rusya şekillendi. Küresel serbest piyasa projesi, finansallaşma tüketimi daha önce görülmemiş düzeylerde hızlandırarak, hem mali krizi hazırladı, hem de geçtiğimiz 20 yılda karbondioksit üretimini iki kat arttırarak ekolojik bir krizi…

Dahası, ABD’nin komünizme ve ulusalcılığa karşı beslediği siyasal İslamın önü, iki bloklu dengenin kalkmasıyla oluşan boşlukta, neo-liberalizmin, küreselleşmenin kültürel etkileriyle açıldı.

Serbest piyasa ve seçimleri demokrasi, küreselleşmeyi de yeni dünya düzeni sananlar bir süredir akıl sağlıklarını, “realiteyi yadsıma” yoluyla korumaya çalışıyorlardı. Yukarda değindiğim iki “fantezinin” “gerçekleşirken” ortaya çıkardığı görüntü, bu realiteyi yadsıma yolunu da hızla kapatıyor.

Komünizme gelince, geçen yüzyılın deneylerinin başarısız olduğu kesin. Ama o kapitalizmin adaletsizliklerine karşı, radikal (bu adaletsizliklerin kaynağıyla uzlaşmayı reddeden) bir tepkiydi. Bu bağlamda komünizmin hâlâ rakipsiz olduğunu kim yadsıyabilir?

No comments: