Tuesday, November 17, 2009

Obama’nın Asya Gezisi

Barack Obama’nın Asya gezisini medyadan izlerken aklıma, ABD hegemonyasının gelecekte tüm galaksiye yayılacağı varsayılarak kurgulanmış Uzay Yolu dizisinde zaman zaman tekrarlanan bir sahne geldi. Uzay gemisi Girişim’in (Enterprise) personeli ilk kez uğradıkları bir gezegende garip olaylarla karşılaşmaktadır. Geminin Bilim Subayı Dr. Spock elindeki verileri inceledikten sonra kaptana şöyle der “Evet Sevgili Jim, bu bir uygarlık ama bildiğimiz gibi değil..”

‘Sevgili Barack, Asya ama bildiğimiz gibi değil’

Gezi öncesinde, uluslararası medyada genel kanı, Barak Obama’nın cuma günü Tokyo’ya indiğinde, Endonezya’da çocukluğunu geçirdiği, Japonya’da Kamaura’da matcha dondurması yediği günlerden, hatta başkan adayı olmaya karar verdiği dönemde bildiğinden farklı bir Asya ile karşılaşacağı yönündeydi.

Doğu Asya ülkeleri Soğuk Savaş döneminde, ABD’nin nükleer askeri şemsiyesine sığınmışlardı. Soğuk Savaş bittikten sonra bu ülkeler ABD’nin “imparatorluk” politikalarının siyasi veya mali hedefi haline gelmemeye büyük dikkat gösterdiler. Ama, bir süredir yeni, yeniliği özellikle de mali kriz döneminde giderek daha belirginleşen, farklı bir Asya var Obama’nın karşısında. Obama’nın Asya konularında baş danışmanı Jeffrey Bader’e göre: “Bu bölgede genel kanı, geçen on yıl boyunca ABD’nin etkisi gerilerken, Çin’in etkisinin yükseldiği yönünde. (Le Monde 13/11/09)

Mali krizden beklenmedik bir hızla çıkmaya başlayan, ABD’nin dış borçlarının neredeyse tamamını elinde tutan bu bölge, ABD’nin, uluslararası hegemonyasını yenileme çabaları bağlamında kritik öneme sahip. Ancak ABD’nin, bölge stratejileri açısından en kritik iki ülke olan Japonya ve Çin ile ilişkileri, giderek daha sorunlu dinamikler sergiliyor.

ABD’nin yaklaşık elli yıldır bölgede egemenliğini korumak, Çin’i dengelemek için dayandığı en önemli ülke Japonya. Ancak Japonya’da yeni hükümet, ABD’nin ülkesindeki varlığını, Okinawa Adası’ndaki üssün geleceğini tartışmayı, ilişkileri “eşit bir zeminde yeniden tanımlamayı” amaçlıyor. Japonya Başbakanı Hatoyama’nın, ASEAN toplantısına sunduğu, ABD’yi dışlayan bir Doğu Asya Ekonomik Birliği kurma önerisi de bu yeni eğilimin bir ürünü. Japonya daha önce Mahatir Muhammed’in benzer bir önerisine, ABD’yi dışladığı için karşı çıkmıştı (Andy Xie, Caijing, 10/11/09).

Andy Xie (Morgan Stanley’nin Asya ekonomistiydi, Rosetta Stone danışmanık şirketinin yönetim kurulunda) “dünya piyasalarındaki daralmanın, mali piyasalardaki köpüklerin, Asya ülkelerini, özellikle Çin, Japonya ve Güney Kore’yi ortak ticaret anlaşmalarına, bölgeselleşmeye zorluyor” dedikten sonra, “Japonya’nın ABD’den uzaklaşarak bölgeyle daha çok bütünleşmesini savunan görüşün güçlenmekte olduğuna” dikkat çekiyor.

Bölgenin bir numaralı ülkesi

Bir diğer değişiklik de Japonya’nın bölgedeki statüsüyle ilgili. Singapur Ulusal Üniversitesi’nden Çin politikaları uzmanı Huang Jing’e göre “Asya köklü bir değişim yaşıyor. Burası artık ABD’nin geleneksel kavrayışındaki Asya değil. Şimdi bir numaralı ülke artık.. ABD’nin değişmez bağlaşığı Japonya değil, Çin” (Associated Press, 09/11/09).

Çin, bölgede bir numara, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi, ama bu etkisini uluslararası alanda yansıtmaya gelince, birçok gözlemcinin saptadığı gibi kendini çok tedirgin hissediyor. Bir taraftan uluslararası alanda gittikçe daha etkin olmak istiyor, öbür taraftan yolunun, ABD ile siyasi, askeri olarak kesişmemesi için çok dikkat ediyor. Diğer bir deyişle şimdilik mümkün olduğunca ABD’nin vagonunda yol almaya çalışıyor.

Buna karşılık ABD yönetimi, Çin’den uluslararası alanda ABD ile davranmasını, global düzeyde destek, güç vermesini istiyor; dış politika tartışmalarında, geçen hafta değindiğim, “Chimerica”, “Superfusion”, “G2” gibi savlarla Çin’i ikna etmeye çalışıyor. Özetle ABD, Çin’den, küresel ısınma, Kuzey Kore, İran, Afganistan, uluslararası (mali) dengesizlikler konularında yardım istiyor. Ancak bu konuların hepsinde ABD ile Çin arasında çıkarlarının örtüşmediği, hatta çeliştiği önemli sorun alanları var. Örneğin, Çin açısından İran hem acil bir tehlike oluşturmuyor, hem de stratejik öneme sahip bir enerji kaynağı, yatırım alanı. Kuzey Kore’nin nükleer silahlara sahip olması belki Çin için de bir tehlike oluşturuyor ama, Çin tarafında bu ülkenin siyasi bir kriz sonucu dağılarak bölgesel, sınırlarında istikrarsızlığa yol açma olasılığı daha büyük bir risk olarak algılanıyor. Afganistan’a gelince, Çin, o sorunun, ABD’nin bölgedeki varlığını konsolide edecek yönde çözülmesinden yana değil. Çünkü, Çin, ABD’nin karadan ve denizden çeşitli üslerle kendisini çevrelemeye çalıştığına inanıyor. Mali dengesizlikler bağlamındaysa, Çin parasının revalüe edilerek, uluslararası rekabet gücünü kaybetmeyi, iç pazarını, ABD’nin ekonomik gücünü, doların statüsünü restore etmesine katkıda bulunacak bir ithalatla doldurmayı istemiyor. Dahası, stratejik amaçlarla, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu bölgelerine girmekte kullandığı, mali rezervlerinin hızla erimesi hiç işine gelmiyor.

Bunlara karşılık Çin’in önce kendi bölgesinde, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu’da güçlenerek, ABD’yi ekonomik bir çembere alana, uzayda etkin olana, askeri modernizasyonunu tamamlayana kadar, siyasi sorumluluk üstlenmek istemediği söylenebilir. Bu süreç ilerlerken, Çin’in G20 toplantılarında, son olarak ASEAN toplantısında ileri sürdüğü, korumacılığa karşı, uluslararası mali sistemin reformunu talep eden, yeni ekonomik kalkınma modellerinin geliştirilmesi, bölgesel bütünleşmenin çeşitli yollarla derinleştirilmesi gibi önerileri (Peoples Daily, 13.11.09) doğrudan ABD ve Batı modelini hedef alıyor.

Bu yüzden The Times’ın aktardığına göre, Çin’de Obama’nın ziyaretine ilişkin bir heyecan var, ama halk ve devlet, bu ziyarete Çin’in uluslararası profilini yükseltecek bir olay olmasından öte bir anlam yüklemiyor. Bu arada ABD gerilemeye, Çin yükselmeye ve aralarındaki ekonomik, siyasi çelişki ve uyumsuzluk noktaları çeşitlenmeye devam ediyor.

“Ee, n’olacak? Savaş çıkacak değil ya?” demeyin: 6 Kasım 1909’da Almanya’nın o zamanki ABD büyükelçisi Albrecht von Bernstorf, Almanya’nın hızla büyümesinden kaygı duyan ABD çevrelerine güven vermek için yaptığı bir konuşmada, “Bugünkü dünya ticareti, gelecekte ulaşacağı boyutun yalnızca ufak bir parçası kadardır. Dünyanın tüm sanayileşmiş ülkelerine yetecek kadar yer var bu ticaretin içinde” diyormuş (Aktaran WSWS). Tarih, bize, mali krizlere yol açmaya başlayan aşırı üretim krizlerinin hegemonya krizleriyle çakışması halinde, çok riskli siyasi istikrarsızlıklara yol açtığını gösteriyor. Afganistan, Irak savaşlarının, belki de İran’a yönelik bir saldırı olasılığının, Afrika’da keskinleşen kaynak rekabetinin, gelmekte olan bir depremin öncü sarsıntıları olmadığını kim kesinlikle söyleyebilir!..

No comments: