Tuesday, February 16, 2010

‘Quo Vadis’ Avrupa

“Avrupa” düşüncesi, tarihe Yunan uygarlığıyla (beyaz boğa görüntüsündeki Zeus’un sırtında) girmişti. Avrupa Birliği projesi de tarih sahnesinden, Yunanların üzerinden çıkacak gibi görünüyor. Yunanistan’dan yeniden nükseden mali kriz, AB projesinin geleceğini tehlike altına sokan bir “durum” oluşturmaya başladı.

Khatemerini’den Stavros Lygeros’un cuma günü anımsattığı gibi, “AB bir federasyon değil. Ülkelerin kendi çıkarlarının peşinde gitmesi, oyunun kurallarından biri. Ama bir ülkeler birliği, dahası para birliği (hatta Lizbon Anlaşması’yla siyasi liderlik kurma iddiası - E.Y), belli bir dayanışmayı da önkoşul olarak varsaymak durumunda. Mali entegrasyon olmadan parasal entegrasyon, siyasi entegrasyon olmadan da mali entegrasyon, çelişkili bir durum”. AB liderleri perşembe günü toplandılar, dayanışma mesajları verdiler, ama ulusal farklar sürece egemen oldu ve somut bir öneri üretemeden dağıldılar.

Gündeme gelebilecek olası bir kurtarma paketinin ise Yunanistan’ı adeta “Düyûn-u Umumiye”yi anımsatan bir vesayet, özellikle de Almanya’nın vesayeti altına sokacağı anlaşılıyor. Yunan emekçilerinin bu vesayete “partizanca” direnecekleri kolaylıkla söylenebilir. Bunun için Atina sokaklarına bakmak yeterli… Sokakların mesajını alan Başbakan Papandreu da hafta sonunda, “AB liderliğini, Yunanistan’ı, Avro ile piyasalar arasındaki savaşın laboratuvar hayvanına çevirmekle” (Financial Times, 13/02), “blokun başarısızlığını Yunanistan’ın arkasına saklamaya çalışmakla” suçluyordu (Khatimerini, 13/02).

Bir ‘semptom’ olarak Yunanistan

Avrupa Birliği projesinin gündeme gelen çöküş senaryolarının günahını, birliğin toplam hasılasının yüzde 3’ünü üreten Yunanistan’ın üzerine yüklemek gerçekçi olmaz. Yunanistan, AB’nin iki büyük zaafının kesişerek kendini açığa vurduğu bir “semptom” o kadar. Biri, AB içindeki farklı özelliklerdeki ekonomiler arasındaki, merkezin çevreyi (kredi ile beslenen bir büyüme yoluyla) ihracat ve fazla sermaye emen, ucuz işgücü sağlayan bir mekân olarak kullanmasına olanak veren ilişkidir. İkincisi, AB projesinin ortak bir siyasi irade, birleşik bir ekonomik düzen oluşturmadaki başarısızlığıdır. Bu nedenle işler iyi giderken bile bir karar verebilmek için ilk şiddetli resesyonu beklemek gerektiğini savunduk. Geçen ay işaret ettiğimiz gibi şimdi bu noktadayız.

Cuma günü yayımlanan ekonomik veriler, Avrupa’da ekonomik toparlanmanın, Fransa’daki olumlu gelişmelere karşın aksadığını gösteriyor. Alman ekonomisinin duraklaması, dolayısıyla Alman tüketicisinin Birliğin diğer ülkelerine sunduğu talepteki daralma, belirleyici oluyor. Bu koşullarda, Alman hükümetinin, Birliğin bir başka ülkesini kurtarmak için kesenin ağzını açması, Avrupa Merkez Bankası eski baş ekonomisti Otmar Issing, “Yunanlıların emeklilik sistemini finanse etmemiz söz konusu değil”, sözlerinin de gösterdiği gibi, giderek daha da zorlaşıyor.

Dahası sorun Yunanistan’la da sınırlı değil. Başka ülkeler de var. Örneğin, İspanya’nın ekonomisi daralmaya başladı. İtalyan ekonomisi de durgunlukta, Portekiz ekonomisi de iki dönem toparlanma işaretleri verdikten sonra yeniden durgunluğa girdi (Bloomberg, 12/02/). Yunanistan krizi bu ülkelere “bulaşırsa” sıranın Belçika’ya, Avusturya’ya gelmesi bekleniyor (Wall Street Journal, 13/02).

Hemen tüm ekonomik yorumcular, ısrarla emek maliyetlerinin yüksekliğinden yakınıyorlar. Önce, kurtarma paketleriyle mali sermayenin yükü devletlerin hazinlerine aktarılmıştı, şimdi buradan da emekçi sınıfların sırtına aktarılmak isteniyor. Bu küreselleşme döneminde bir kez daha gördüğümüz gibi, mali (en akıcı, en hızlı hareket eden) sermaye, dünya ekonomisi ulusal ekonomik-toplumsal birimlerden oluşmuyormuş gibi davranıyor, herkesin piyasanın mantığına uymasını istiyor. Şimdi de aynı refleksle sorunu salt bütçe disiplini, maliyeti de salt matematik bir hesap olarak görmek istiyor; bu yaklaşımın beraberinde getireceği siyasi sorunların ayırdında değilmiş gibi davranıyor. Birincisi, bütçe disiplini için, emek kazanımlarının daha da tırpanlanmasına emekçilerin şiddetle direneceğini, hükümetlerin, siyasilerin bu tepkilere uygun olarak ayak sürüyeceğini, yan çizeceğini görmek istemiyor. İkincisi, diyelim ki mali sermayenin baskısı başarılı oldu, sosyal harcamalar kısıldı, ücretler düşürüldü, maliyet düşürücü tensikatlara gidildi. Peki, o koşullarda, sanayi sermayesinin talep yetersizliği (kapasite fazlası) sorunu daha da ağırlaşmayacak mı? Sanayi sermayesi uluslararası mali sermayenin arzularının sonuçlarına katlanacak mı? Katlanmamaya karar verirse bunu, ulusal sınırların, denetimlerin güçlenmesi, iç talebe dayanma çabası izlemeyecek mi? Bunların Avrupa Birliği açısından ifade edeceği anlamı ayrıca vurgulamaya gerek var mı?

Siyasi liderlik mi? ‘üç salaklar mı?’

Avrupa Birliği’nin bu krizden parçalanmadan çıkabilmesi için, merkezileşmenin güçlenmesi, birliğin derinleştirilmesi, daha homojenleşmiş bir ekonomik, yasal yapıya ulaşılması gerektiğini savunanlar da var. O koşullarda, bu büyük ekonomi düzenlenebilir, bölgeler (ulus devletler artık gerçekten anlamsızlaşmaya başladığından) arası kaynak aktarımları gerçekleştirilebilir. Ama bu yöndeki gelişmeler de umut verici değil. Öncelikle, siyasi birliğin gerçekten ilerleyebilmesi için AB içindeki hegemonya, liderlik sorunlarının gerçekten aşılması gerekiyor, bürokratik manevralarla, kimsenin benimsemediği anayasa benzeri belgelerle değil. Lizbon anlaşmasından sonra ortaya çıkan duruma bakmak yeter.

Güçlü bir idari liderlik oluşturmayı amaçlayan bu anlaşmadan sonra, birilerinin “üç salaklar” diyerek nitelediği (Doug Bandow, The National Interest, 10/02) bir durum oluştu. Birincisi, Lizbon Anlaşması’nın getirdiği AB Konseyi Başkanlığı’dır. İkincisi hâlâ geçerli olan, altı ayda bir üye ülkeler arasında değişen Avrupa Birliği Başkanlığı. Üçüncüsü de halen Barroso’nun oturduğu Avrupa Komisyonu Başkanlığı. Şimdi bunların kendi aralarında bir nüfuz alanı kavgası vermekte olduğu aktarılıyor. Times, Daily Telegraph gibi gazetelerin yorumları, başından beri ilişkilerini daha fazla derinleştirme konusunda isteksiz davranan İngiltere’de, bu mali krizle birlikle, AB karşıtı kesimin sesinin daha da yükseldiğini gösteriyor. Dahası, İngiltere’nin AB’nin daha ileri bir siyasi birliğe gitmesini engellemek için elinden geleni yapacağını, bu durumun da, Polonya gibi AB merkezindeki, Almanya-Fransa ikilisine kuşkuyla, hatta korkuyla bakan ülkelerin direncini daha da arttırmasını bekleyebiliriz. ABD’nin de, AB’nin, Çin’i ve Rusya’yı, kendisine karşı, dengeleyici unsur olarak kullanabilecek ayrı bir siyasi odağa dönüşmesinden kaygı duyduğunu biliyoruz.

AB’nin bu krizi aşabilmesinin yolu, Papandreu’nun yakındığı çoksesliliğinin ortadan kalkması, Almanya’nın inisiyatifi ele alarak krizde olan ülkelere mali destek vermesi (Wolf, Financial Times, 09/02), yükün bir kısmını üstlenmesi, kendi ülkesinde talebi körükleyerek AB ekonomisinin lokomotifi olmayı kabul etmesi gerekiyor. Almanya’nın bu işlevi üstlenmeye başlamasıysa, Yunanistan, Portekiz, İspanya hatta İtalya gibi kırılgan ekonomilerin üzerinde söz sahibi olması, bu ülkelerin emekçi sınıflarının tepkilerini göğüslemesi anlamına gelecek. AB projesinin yola çıkarken en önemli amacı, Almanya’nın yeniden bir hegemonya macerasına çıkmasını engellemekti. Şimdi projenin yaşaması için Almanya’nın hegemonyası gerekiyor. İroniye bakar mısınız?

No comments: