Wednesday, March 31, 2010

Avrupa Yeniden Çizim Masasında

Avrupa Yeniden Çizim Masasında

Geçen hafta AB liderleri, Yunanistan’a yardımın biçimini, koşullarını, AB’nin geleceğini şekillendirmek için toplandıkları sırada, özellikle Anglosakson medyasında gözüme çarpan, “Yeni-merkantilizm”, “Tek ekonomik hükümet”, “AB’nin kimlik krizi”, “Almanya sorunu” gibi başlıklar, bana Avrupa Birlik sürecinde 1980’lerin sonunda, 1990’ların başında yaşanan tartışmaları anımsattı.

‘Eurosclerosis’ten…

“Eurosclerosis”, 1980’lerde Avrupa’da iş çevrelerince üretilen, siyasilerin çok sevdiği bir kavramdı; Avrupa’nın rakiplerine göre geride kaldığını, ekonomik büyümenin yeni iş olanakları yaratamadığını vurguluyordu.

Bu durumu aşmak amacıyla, Avrupa’nın en büyük şirketleri bir araya gelerek, 1983 yılında 40+ üyeli Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası (ERT) adlı örgütü oluşturdular.

O dönemde sklerotik yapıyı aşmaya yönelik üç proje söz konusuydu: Neo-liberal küreselleşmeci proje, Reaganve Thatcher’ın 1970’lerin belirsizliğini aşmaya başlayan yeni kriz yönetim modelini Avrupa’da uygulamak istiyordu. Neo-merkantilist proje, Avrupa’da korunaklı bir iç pazar oluşturmayı, süreci genişletmektense, öncelikle derinleştirmeyi amaçlıyordu.Sosyal demokrat projenin amacı Avrupa modelini (refah devletini) konsolide etmekti.

Bastiaan Apeldoorn, Kees van der Pjil gibi araştırmacıların da işaret ettiği gibi, bu projeler, belli sınıf çıkarlarının ifadesiydiler. Neo-liberal proje ERT gibi Avrupa’nın en büyük, küreselleşmeye yönelik şirketlerinin, transatlantik sınıf şekillenmesinin ürünüydü. Neo-merkantilist proje esas olarak, Avrupa çapında etkin, bu piyasaya dayalı, dış rekabetten çekinen sermayenin taleplerini yansıtıyordu. Üçüncüsünün ise işçi sınıfını, ulusal düzeyde orta sınıfların çıkarlarını yansıttığı söylenebilir.

Bu üç projenin gösterdiği gibi Avrupa Birliği sürecinin ilerleyebilmesi için bu çok karmaşık, çelişkili sınıf ilişkilerinin uyumlu bir biçimde, ortak çıkarlar etrafında birleştirilmesi gerekiyordu. Diğer bir deyişle AB projesiningeleceği, AB çapında bir hegemonya projesinin başarısına bağlıydı. ERT’nin ilk toplantısında, Unilever gibi kimi büyük küresel şirketlerin, neo-merkantilist eğilimleri protesto ederek kapıyı vurup çıkması da sorunun zorluğunu sergiliyordu.

Gerek 1985’te komisyonun hazırladığı (White Paper) rapor, gerek bunun üzerinde şekillenen 1987 Tek Avrupa Akdi (Single European Act), ERT’nin hem kendi içindeki sorunları, neo-liberal proje zemininde aşmaya, hem komisyonlara hâkim olmaya (Carchedi, Apeldoorn), hem de Avrupa’da bir hegemonya inşa etmeye uygun bir söylem üretmeye başladığını gösteriyordu. ERT, iç pazarın inşasını dünyaya açılmayla birlikte yürütürken, rekabet, emek piyasasının esnekleşmesi, teknolojik yenilenme ve“kaçınılmazlık” gibi söylemlerle hem sermayenin geri kalan kesimlerini hem de sendikaları ikna etmeye başlamıştı.

ERT’nin 1991 toplantısında, gidenlerin geri gelmiş olduğunu görüyoruz. ERT’nin ve neoliberalizmin egemenliği, Avrupa Birliği inşa sürecindeki merkezileşme tartışmalarına son vermişti. Maastricht anlaşması, ortak para birimi, Lizbon süreci, Avrupa Birliği ve nihayet 10 yeni üyelik genişleme, bu hegemonya projesinin istikrar kazanmaya başladığını düşündürüyordu. Ancak bu görüntünün altında, 2000’lerin başında yeniden nükseden mali krizin etkisiyle, sendikaların neoliberal projeden uzaklaşmaya başladığını, sanayicilerin giderek daha çok korumacılıktan,“ekonomik ulusalcılıktan” söz etmeye, devletlerin de bu şarkılara tempo tutmaya başlamış olması, hegemonyanın çözülmeye başladığını gösteriyordu...

‘Euro crisis’e...

Şimdi, 1980-90’ların tartışmalarının yeniden gündeme geldiğini görüyoruz. Örneğin, geçen hafta, Wall Street Journal, The Times ve Daily Telegraphgibi ABD ve İngiltere’nin muhafazakâr gazetelerinde yorumlar “neo-merkantilizm” ve “merkezi bir ekonomik yönetim inşa etme çabalarından” kaygıyla söz ediyorlardı. Diğer bir deyişle, neoliberal ilkelerin yerine, Avrupa içindeki ekonomik yapıları, devletin de giderek artan katılımıyla yeniden düzenlemek, genişleme yerine derinleşmeye odaklanma eğilimi, İngiltere ve ABD yönetimlerini tedirgin ediyor.

Bunları tedirgin eden gelişmeler iki boyutlu. Biri Yunanistan krizinin yarattığı ortamda, AB’nin ekonomik hatta siyasi açılardan daha merkeziyetçi bir biçim alma olasılığı.İkincisi, Almanya’nın adeta tek belirleyici otorite konumuna yükselmeye başlaması. Öyle ki ABD’denStratfor analiz sitesi, “Biz başlangıçta AB’nin Almanya’yı denetim altına almak için kurulduğunu düşünüyorduk. Şimdi tam aksini, Almanya’nın Avrupa’yı denetim altına almasının aracı olduğunu düşünüyoruz” diyordu.

İlginç bir yorumda da Yunanistan’ın AB’de bir kimlik krizini tetiklediği ileri sürülüyordu (Financial Times, 24/03). Bu yorumda, AB merkezinin bir“kurtarma modeli” oluşturmaktaki zorluğu, AB’nin bir ulus devletler topluluğu ve Brüksel’in yönetiminin bir fantezi olduğu vurgulanıyor, sorunun esas olarak Almanya etrafında döndüğü kabul ediliyordu. Bu neden kimlik krizi oluyordu peki? Oluyordu, çünkü, toplumsal (ulusal, uluslararası, AB gibi bölgesel) kimliklerin oluşması o siyasi coğrafyada şekillenen iktidar ilişkisinin çıkarlarını ifade edeceksöylemin, tarihten, geleneklerden (kültürden) alınan göstergelerle birlikte yeniden kurulmasıyla ilgilidir.

ERT döneminde neo-liberalizm, küreselleşmecilik, “postmodern / post-Hobbesian yönetişim” üzerinden, kurulmaya çalışılan AB kimliği söylemi, bir süredir, ERT’nin hegemonya projesinin dağılmaya başlamasıyla birlikte istikrarını kaybediyor. Bu da birilerince, “kimlik krizi” olarak algılanıyor. Bu, 1990’ların başında, ortak para birimi gündeme geldiğinde, Avro’yu destekleyecek siyasi otorite, AB kimliği bağlamında yaşanan tartışmalara ait bir konu. Tarihten, geleneklerden, kültürden ortak bir şeyler bulmaya sıra gelince, özellikle İslamın da AB içindeki varlığının ayırdına varıldığında çıkmaza girerek günümüze kadar gelen tartışmalara da...

AB içinde ve dışında tedirginlik yaratan şey, sanırım, hegemonya sorununun ilk kez kendi doğasına uygun bir biçimde gündeme geliyor olmasıdır. ERT, hiçbir ulusal özellik taşımayan, devlete dayanmadan var olduğuna inanılan birulus-üstü alanda hegemonya denemesiydi. Halbuki ulus devletler sisteminde yaşıyoruz. Uluslararası (AB çapında) hegemonya, bir ulusun/ülkenin içindeki hegemonya ilişkisinin dışa doğru, başka ülkelerdeki hegemonya ilişkileriyle eklemlenerek, onları kendisine bağlayarak genişlemesinden geçiyor. Böylece birçok ulusun egemen sınıflarının hegemonya sistemleri kendi aralarında, yararlı buldukları bir hegemonik sistem oluşturmak üzere eklemleniyor.

Şimdi, ERT’nin habitatı olan komisyon değil AB Konseyi, hem de başbakanların toplantısıyla öne çıkıyor, Almanya’nın özel konumu, Fransa’nın her konjonktürde onu desteklemekten başka çaresi olmadığı görülüyor. Almanya’dan tüm AB bölgesinin“dengesizliklerini” aşacak, “merkez-periferi” ilişkilerini yeniden istikrara kavuşturacak adımlar, kaynaklar bekleniyor (hegemonyanın kamu hizmeti). Almanya da buna karşılık, bundan böyle genel kabul görmesini istediği kimi ekonomik, siyasi kuralları masaya koyuyor. Özetle hegemonya süreci ilk kez doğasına uygun bir biçimde işliyor. Ama bu, yine de sürecin başarısını garantilemiyor...

No comments: