Thursday, August 25, 2011

Piyasalar yine 'kalp krizi' geçirdi - II


 24 Ağustos 2011 -  
Pazartesi yazımda “Mali piyasalar yine bir ‘kalp krizi’ geçirdi... ‘Doktorlar’ hastalığın gerçek nedenleri üzerine eğilmeye başladıkça çaresizliklerinin ayırdına varıyorlar” saptamasıyla başladıktan sonra, kemer sıkma politikalarına (neo-liberalizme) alternatif olarak düşünülen Keynesyen mali-parasal uyarıcıların da çare olmayacağına işaret etmiştim.

En fazla yeni bir ‘kriz yönetim modeli’
Krizden çıkabilmek için yeni bir sermaye birikim rejiminin oluşması, yaygınlaşmaya başlaması ve ulusal, uluslararası siyasi yapılanmaların bu rejimin gereksinimleri doğrultusunda dönüşmesi gerekiyor. “Kemer sıkma mı? Keynesyen uyarıcılar mı?” tartışması bu alana değil, borç köpüğü söndürülene, kapasite fazlası imha edilene (yaratıcı yıkım tamamlana) kadar ekonomileri, siyasi krizlere, büyük savaşlara, devrimlere yol açmayacak biçimde yönetmeye uygun bir model arayışına ilişkin. Karşımızda, en fazla “yeni bir kriz yönetim modeli” olasılığı var. Krizden çıkış henüz gündemde değil, daha bir süre gündeme gelecek gibi de görünmüyor.

Pazartesi yazımı bitirirken yaptığım saptamadan devam edersem: “Keynesyen politikaların ya küresel çapta uygulanması ya da yalnızca Batı ekonomilerini destekleyecek biçimde (koruyucu önlemlerle birlikte) uygulanması gerekiyor”. Ama iki uygulama seçeneğinin de çok riskli siyasi boyutları var.

Bir ülkenin hükümetinin harekete geçirdiği uyarıcıların başka ülkelerce istismar edilmemesi için uluslararası bir eşgüdüm, en azından büyük güçler arasında kaynakların (uyarıcıların) dağılımına ilişkin bir mutabakatın oluşması, bunun içinde işleyen bir hegemonya sistemi gerekiyor. Ancak ABD hegemonyası etkisini kaybettikten sonra, bir uluslararası liderlikten söz etmek artık olanaklı değil.

Boston Üniversitesi’nden Prof. Bacevich’in de vurguladığı gibi, “tek kutuplu moment” geride kaldı. Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya, Japonya, Güney Kore gibi güçlü devletlerin bugün ABD’nin liderliğini kabul etmeleri için bir neden kalmamış görünüyor. United Press International’ın editörü Borchgrave, “ABD’nin sözünün ne Atlantik’te ne de Pasifik’te pek bir anlamı kaldı” diyor (UPİ, 22/08). ABD de herkesin çıkarını aynı anda temsil edecek bir çözüm üretemiyor.

‘İtikat’ sarsılmaya başlamış
Bu madalyonun öbür yüzünde, cuma günü Foreign Policy’de Prestowitz’in işaret ettiği bir başka sorun var: 1990’larda ABD seçkinleri tarafından, bir tür “Amerikanlaştırma” olarak görülerek “hiç sorgulanmadan benimsenen küreselleşmeye olan inanç adeta deprem şiddetinde sarsılmaya” başlamış görünüyor: Küresel “yönetişim” için gerekli ideolojik mutabakatta dağılıyor. Bu sürecin arkasında da yüksek işsizlik oranlarıyla “küreselleşme” arasında kurulmaya başlanan ilişki yatıyor.

1999-2003 arasında yükselen küreselleşme karşıtı hareketler, küreselleşmenin yoksullaştırıcı, emperyalist özelliklerine vurgu yapıyorlardı. Daha sonra Prof. Paul Samuelson “serbest ticaretin artık ABD’nin ulusal çıkarlarına uygun olmayabileceğini” vurgulamıştı. Prof. Krugman, Prof. Stiglitz, sık sık küreselleşmenin meyvelerinin adaletli bir biçimde dağıtılmadığını vurguladılar. Prof. Rodrik, 2008’de Policy Innovations’ın temmuz sayısında, küreselleşme üzerinde kurulan mutabakatın Martin Wolf ve Lary Summers gibi isimlerin de eleştirilere katılımıyla artık öldüğünü yazıyordu. Prestowitz yazısında hazirandan bu yana yoğunlaşan tartışmaları bir araya toplamış. Bunlar arasında, Jeffery Sachs’ın gelir dağılımına, Fareed Zakaria’nın “ABD politikalarının öncelikle emek pazarını düşünerek oluşturulmasına” ilişkin uyarıları özellikle anlamlı.

Bu da bizi, Keynesyen politikaların uygulanabilmesinin ikinci önkoşulunda, uyarıcıların ülke içinde kalabilmesi için sermaye hareketlerinin denetlenmesi, iç piyasanın korunması sorununa, korumacılığa getiriyor. Böylece de “geçmişe” dönmüş oluyoruz. Geçmişte birçok kez aktardığım bir araştırma (Jeffrey G. Williamson, “Globalization then and now: Late 19th and late 20th centuries compared”, National Bureau of Economic Research, Working paper 5491, March 1996) bir önceki küreselleşme döneminde, iflaslarda, yoksullaşmada, işsizlikteki artışın yarattığı siyasi basıncın hükümet politikalarını şekillendirdiğine (Keynesyen model), korumacılığa yönlendirdiğine, büyük güçler arası rekabeti keskinleştirdiğine, bugün de benzer koşulların yeniden oluşmaya başladığına dikkat çekiyordu.

Prof. Bacevich de, yukarda aktardığım yazısında, “Çok kutupluluk durumunun geçen yüzyılda iyi yönetilemediğinde büyük savaşlara yol açabildiğini” gördük derken tam da böyle bir tehlikeye işaret etmiyor mu?

Dünya ekonomisi çok korkutucu bir döneme girmiş bulunuyor. Piyasalardaki sert dalgalanmalar bu yeni durumun bir semptomu. Kapitalizmin dünyayı, bugün olduğundan daha büyük felaketlere sürüklemesini engelleyecek güçlerin acilen ortaya çıkmasına insanlığın her zamankinden daha çok gereksinimi var...

Monday, August 22, 2011

Piyasalar yine ‘kalp krizi’ geçirdi

Mali piyasalar yine bir “kalp krizi” geçirdi. “Hastanın” durumu çok “kritik”. “Doktorlar” hastalığın gerçek nedenleri üzerine eğilmeye başladıkça çaresizliklerinin ayırdına varıyorlar.

‘Büyüyememe’ korkusu
Perşembe günü FT, CAC 40, Dax, MIB sırasıyla, yüzde olarak 4.49, 5.84, 5.82, 6.15 gerilediler. ABD’de DOW Jones yüzde 3.7, S&P 500 yüzde 4.46, Nasdaq yüzde 5.22 düştü. Gerileme dalgası Asya piyasalarını da etkileyerek devam etti: Tokyo, Seul ve Hong-Kong’da indeksler, yüzde 2.15, 4.49 ve 2.48 düştüler. Borsalar cuma gününü yüzde 1.5-6 arasında düştüler.

Bu sert düşüş, ne bir evhamdan (S&P’nin ABD’nin kredi notunu düşürmesi) ne de bir dedikodudan (Fransız bankalarına ilişkin) kaynaklanıyordu. Düşüşün arkasında gerçek korkular vardı. Yılın, 2. üç aylık döneminde büyüme hızları yüzde olarak ABD’de 1.3, Avro Bölgesi’nde 0.8, Almanya 0.5, Fransa 0, Japonya -1.2 ile uzun dönemli trend kabul edilen 1.5-3 aralığının çok altında kalmıştı (Financial Times, LEX, 16/08).

Geçen hafta ABD’de işsizlik bir önceki haftaya göre 9 bin kişi artarak “azalmaya başlama noktası” olarak kabul edilen 400.000’in üzerine, 408.000’e ulaşmıştı. En son veriler ev satışlarının, sanayi üretiminin yavaşladığını gösteriyordu (Wall Street Journal, 19/08/11). Morgan Stanley analistlerine göre “ABD ve AB ekonomileri bir resesyona çok tehlikeli bir biçimde yaklaşmışlardı” (The Times, 18/08). Goldman Sachs ABD ekonomisinin momentumunu kaybettiğini düşünüyor (CNBC, 20/08). Payı, dünya ekonomisinin toplam hasılasının yüzde 9’una ulaşan Çin’in 2010’da yüzde 10.3 olan büyüme hızının da bu yıl yüzde 8.9’a, gelecek yıl 8.3’e gerilemesi bekleniyor.

Bu koşullarda, “Borçlar nasıl ödenecek?” (delevereging) sorusu ağırlık kazanıyordu. “İnsanlar küresel düzeyde büyüme beklentilerini azaltırken...” Boston’da 9.5 milyar dolarlık bir fonu yöneten Michael Mullaney’in deyimiyle “alıcılar (piyasada) adeta küresel bir greve gitmişti” (Bloomberg, 18/08). Cuma günü, borsalar düşmeye devam ederken, Londra’da yatırımcılar “piyasa ortamında güvenin tümüyle yok olduğunu, çoğu kez en iyi tutumun hareketsizlik olduğunu düşünüyorlardı” (CNBC.com, 19/08). ABD’de bono getirilerinin “1930’ların bile altına düşmesi, bir deflasyon hatta depresyon beklentisine işaret ediyordu” (Telegraph, 18/08). “Yatırımcılar büyüme konusunda tüm umutlarını bu hafta yitirmişlerdi” (Financial Times, 20/08).

Büyüyememe korkusu, nihayet dikkatlerin “reel” ekonomiye, oradan da hızla, kredi köpüğünün temelindeki “talep, yatırım yetersizliği” gibi kronik sorunların üzerinde yoğunlaşmasına yol açıyor. Geçen hafta, PIMCO’nun kurucusu Bill Gross’un “yetersiz toplam talep sorunu” üzerine saptamalarını aktarmıştım: Bu hafta da Financial Times’ta Gavin Davies, “Küresel toparlanmaya ne oldu” başlıklı yorumunda, “Altı ay önce ekonomistler küresel büyümenin 2011’de tarihsel trendin üzerine çıkmasını bekliyorlardı... Şimdi bu beklentilerin yersiz olduğunu biliyoruz” diyor, “sürekli ve kalıcı bir talep yetersizliği sorunuyla karşı karşıya olunduğuna” işaret ettikten sonra, “Avrupa’da ve ABD’de egemen olan siyasi zihniyete bakınca bu sorunun çözülmesinin çok zor olduğuna” inanıyordu (Financial Times, 18/08).

Gerçekten de, Lord Skidelsky’nin Keynes ile Hayek’in 1930’lardaki savlarını karşılaştırdıktan sonra “Hayek o zaman tartışmayı kaybetmişti, şimdi rövanş maçını da kaybetmeyi hak ediyor” sözleriyle işaret ettiği gibi (Project Syndicate, 19/08) ilk bakışta, tam anlamıyla “Keynesyen bir konjonktür”le karşı karşıya olduğumuzu, krizin de bir çaresi olduğunu düşünebiliriz. Ama biraz daha dikkatle bakınca durumun “vahameti” ortaya çıkabiliyor.

‘Ne kemer sıkma ne harcama bizi kurtarabilir’
Bu, James Macdonald’ın (Financial Roots of Democracy’nin yazarı) Foreign Policy dergisindeki yazısının başlığıydı. Yazar “70 yıllık bir ekonomik deneyimin sona ermesine şahit oluyoruz” dedikten sonra soruyor: “Bundan sonra ne gelecek, kimse biliyor mu?”

Mcdonald, “kemer sıkma” politikalarının bu gün sorunları daha da ağırlaştıracağını vurguladıktan sonra, Keynesyen deneyin haklılığını anlatıyor: 1929 borsa krizini “Büyük Depresyon” izledi. Hükümetin 1932’den başlayarak izlediği açık bütçe politikaları, 1933’teki Roosewelt devalüasyonu, ekonomik toparlanmaya yol açtı. Ancak 1937’de mali ve parasal uyarıcılar zamanından önce geri çekilmeye başlanınca, 1938’de ikinci bir resesyon başladı. Bu süreç bugünkü duruma çok benziyor.

Ancak Mcdonald, bu yaklaşımın Keynesyenlerin sandığından daha karmaşık olduğuna, 1938’den başka tarihsel örneklerin varlığına işaret ediyor. Mcdonalds, “Eğer Keynesyenler savaş dönemindeki harcamaların olumlu etkisinden söz ederlerse, ‘kemer sıkma’ yandaşları da... savaştan sonra, 1945’te ABD ve İngitere’de hükümetlerin kendilerini büyük bir borç yüküyle ve bütçe açığıyla bulduklarını, kemer sıkma politikalarına geri döndüklerini anımsatırlar” diyor. Savaş sonrasında düşük borçlanma ve bütçe fazlası politikasına geri dönülmüş, önce ekonominin hızı düşmüş, ama sonra, uzun bir büyüme, yüksek istihdam dönemi başlamış. Sonuç olarak yazar “Ne kemer sıkma ne harcama bizi kurtarabilir” diyerek bitiriyor.

Yazarın, yalnızca sayısal büyüklüklerle ilgilendiği, 1919-1950 arasında kapitalizmin kriz sırasında geçirdiği evrimin ayırdında olmadığı için, bütçe fazlası politikalarına karşın uzun dönemli bir büyüme dönemine girilmiş olmasını anlamlandıramadığını görüyoruz. Bu uzun dönemli büyümenin arkasında, bütçe ve borçlanma politikaları değil, savaş harcamalarının, teknolojik gelişmelerin, yeni sanayi dallarının getirdiği birikim olanakları, savaşın getirdiği yıkımın ABD kapitalizmine açtığı olanaklar, yeni şekillenmeye başlayan Fordist sermaye birikim rejiminin kâr oranlarını restore ederek hızlandırması, ABD hegemonyasının sunduğu küresel liderliğin etkileri yatıyordu. Yazarın 1930’lardaki krizi, bu krizden çıkışın koşullarını anlamadığını söyleyebiliriz. Ama bir konuda haklı.

Keynesyen politikalar, bugün bir işe yarayamayacaktır! Ama Mcdonald’ın işaret ettiği, neoliberallerin sandığı nedenlerden değil...

Krizden çıkabilmek için, yeni bir sermaye birikim rejiminin gerekli olduğuna ilişkin varsayımı bir kenara bıraksak bile, karşımızda, Keynesyen politikaların başarıyla uygulanabilmesi açısından büyük bir yapısal sorunun olduğunu görüyoruz. Keynesyen politikalar, sermaye hareketlerinin, dış ticaretin denetlendiği, devletin parasının değerini kontrol edebildiği, böylece, mali-parasal uyarıcıların ülke içinde kalarak, ülkedeki büyümeyi, istihdamı desteklediği koşullarda uygulanmaya kondu. Bugün, küreselleşme “tek ülkede” Keynesyen politika izlemeye izin vermiyor. Örneğin ABD’deki uyarıcılar, aslında Çin, Alman ekonomisinin, ABD’nin jeopolitik rakiplerinin büyümesini hızlandırırken, işsizliğini azaltarak siyasi istikrarına katkıda bulunabiliyor. Ama aynı anda ABD’de işsizliği azaltamadan yatırımları, büyümeyi hızlandıramadan, ABD’nin cari açığını büyütebiliyor.

Bu yüzden, Keynesyen politikaların ya küresel çapta uygulanması ya da yalnızca Batı ekonomilerini destekleyecek biçimde (koruyucu önlemlerle birlikte) uygulanması gerekiyor. Çarşamba günü devam edeceğim.

Monday, August 15, 2011

Sokaklar ve Piyasalar

 Geçen hafta İngiltere’de sokaklar yanıyordu, dünya ekonomisinde de borsalar... Bu olayları açıklamaya çalışan politikacıların, medya kanaat önderlerinin söylemlerinde, çok sık “akıldışı”, “çürüme”, “çöküntü”, “panik” gibi kavramlara başvurdukları görülüyordu. Bu iki olay arasında bağ kurmaya çalışan bir yoruma ben rastlamadım. Halbuki geçen hafta yayımlanan bir araştırmanın bulguları tam da böyle bir bağlantıya işaret ediyordu. 


Sokaklardaki ‘şey’ aslında neydi?
Medyada öne çıka(rıla)n görüntülere bakınca, insan bir ahlaki tiksinme duygusuna kapılıyor. Dükkânı yağmalanan yaşlı berber, bakkal, büyük mağaza zincirlerinin yerel şubelerinin yanı sıra, yağmalanan, yakılan bir sürü yerel dükkân, önce dayak yiyen, sonra bizzat kendisine yardım edenler tarafından soyulan Malezyalı öğrenci, bunlara benzer çok sayıda garip olay...


Medyanın bunları öne çıkarırken amacı, izleyicilerde tam da bu tiksinti duygusunu uyandırmak, “olayı” toplumsal ahlakın sınırlarını aşan birkaç olguya indirgeyerek, “kamuoyu” gözünde mahkûm etmekti. Böylece düzen partileri (Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi) açıklamalarında “alt sınıfların ahlak çürümesi”savları üzerinde yoğunlaşarak olanları sıradan zabıta vakasına indirgeyerek, dikkatleri 30 yıldır yedikleri “haltlardan”, böylece yarattıkları vahşi ve talancı kapitalizmden uzaklaştırma olanağı elde ediyorlardı.

Ama sokaktaki görüntülere bir adım geri çekilerek, medyadaki“kanaat önderleri”nin kanaatlerine aldırmadan bakınca, sokaklardaki “şey”in, “yozlaşmış” (sinsice ima edildiği gibi siyah) gençlerden başka bir şey olduğunu görmek olanaklı.

Birincisi, Tottenham’da sokaklara çıkanlarla, hem Londra’nın başka mahallelerinde hem de İngiltere’nin başka kentlerinde sokaklara çıkanların sosyal, demografik ve eylem tarzı alanlarında ortak özellikler sergiledikleri görülüyordu. Karşımızda, birkaç bireyin eylemine, bir mahalle veya kent halkına, yerel koşullara indirgenemeyecek, hepsi birden aynı“kümeye” sokulabilecek olaylar, aslında bir büyük “olay” var.Reuters muhabirinin Londra’nın Hackney bölgesinde yaptığı bir araştırma, ayaklanmaya, yağmalara katılanların salt “yoldan çıkmış”, “vahşileşmiş” gençlerden değil, bunların yanı sıra onların anne ve babalarından, işsiz gençlerin yanı sıra ücretle çalışanlar kesiminden siyah, beyaz ve Asyalı insanlardan oluştuğunu ortaya koyuyordu. Olaylarla ilgili olarak bugüne kadar tutuklanan 2 bin 250 kişinin toplumsal profili de bu gözlemleri destekliyor.

Reuters’in araştırması, bölgedeki insanlar arasında, yıllardır toplumsal harcamaları kamu yatırımlarını kısarak, kapitalist sınıfın vergilerini azaltarak devletin, toplumun kaynaklarını, toplumun en zengin kesimine transfer eden “vahşi kapitalizme”yönelik güçlü bir tepkinin olduğunu gösteriyordu. Olaylara katılan 40 yaşlarında bir kadının Kanal 4 haberlerinde dediği gibi, “bankerler milyarlarca sterlini yağmalarken üç, beş dükkânın sözü mü olur”du.
Geçen hafta işaret ettiğim gibi, “vahşi kapitalizmin” etkilerinin ilk kez hissedildiği 1981-85 döneminde aynı bölgelerde benzer ayaklanmalar yaşanmıştı. Bu anlamda sokaktaki “şey”in vahşi kapitalizmin “semptomu” olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.

“Olayın” tarihsel boyutu aslında çok daha güçlü. Temmuz sonunda yayımlanan “Kemer sıkma ve Anarşi: Avrupa’da Bütçe Kesintileri ve Toplumsal Huzursuzluklar, 1919- 2009”(Jacobo Ponticelli, Hans-Joachim Voth, Austerity and Anarchy: Budget Cuts and Social Unrest in Europe, 1919-2009; http://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=1899287) başlıklı bir araştırma, gelişmiş ülkelerde uygulanan kemer sıkma politikalarıyla, toplumsal “kaos” (protesto eylemleri, ayaklanmalar, suikastlar, genel grevler) artışı arasında çok yakın bir ilişki olduğunu gösteriyor. Araştırma ekonomik büyüme hızındaki artışla“kaos” göstergelerindeki artış arasında, özellikle kriz dönemlerinde, örneğin 1965’ten sonra, ters yönde bir ilişki olduğunu da ortaya koyuyor.

Kısacası sokaklardaki “şey”, ne Başbakan’ın iddia ettiği gibi“toplumun hastalıklı” bir kesimine indirgenebilecek ahlaki yozlaşma ne de İngiltere’ye özgü bir şey. Sokaktaki “şey”kapitalizmin tarihi boyunca, özellikle en denetimden kaçmış vahşi biçimlerinin sergilendiği dönemlerde ürettiği bir semptom. Bu yüzden egemen sınıfların korkusunun boyutları çok büyük, tepkileri çok şiddetli...


Yağmanın büyüğü başka yerde...
Bu mali krizde devletlerin, bankaları kurtarmanın faturasını halklarına ödetme çabalarına bakınca insanın aklına Brecht’in“Bir banka kurmakla karşılaştırdığında, bir banka soymak nedir ki?” sözleri geliyor, hele geçen hafta borsalarda yaşanan sert dalgalanmalardan sonra...


Önceki hafta, Berlusconi, İtalya’da toplumsal harcamalarda derin kesintilere gideceğini açıklayınca biraz sakinleşen piyasalar, Standard and Poor’s’un ABD’nin kredi notunun “AA¬¬+”ya düşürmesiyle yeniden şiddetle dalgalanmaya başladı. Haftanın ikinci yarısında, ABD Merkez Bankası faizleri iki yıl boyunca arttırmayacağını açıklayınca borsalar “rahat bir nefes aldılar”. Borsalar tümüyle, hükümetlerin kesintiler yoluyla kendi halklarını soyarak, borç ödemeye kaynak ayırma kapasitesineodaklanmış durumdalar. Toplumun geri kalanının ne olacağı umurlarında değil.
Ancak bu kısa dönemli, bencil yaklaşımın sorunları da giderek ortaya çıkıyor. Geçen hafta yayımlanan veriler 2008’den bu yana tüm kurtarma paketlerine karşın ABD ekonomisinin hemen hiç reel büyüme yaşayamadığını ortaya koyuyordu (Financial Times, 10/08/11). AB ekonomisi de yavaşlıyor. Kısacası bankaları kurtarmaya giden 12 trilyon dolara karşılık, ortada genel müdürlere verilen mültimilyon dolarlık ikramiyelerden başka bir şey yok. 

Yaklaşık 10 yıldır, finansallaşmanın ve borç köpüğünün arkasındaki belirleyici etkenin, aşırı üretim, yetersiz talepsorunu olduğunu vurguluyorum. Yaklaşık 30 yıldır kredi genişlemesiyle ertelenen sorun nihayet ertelenemez noktaya geldiği için bu mali kriz patlak vermişti.

Pimco’nun (dünyanın en büyük bono yönetimi şirketi) kurucuBill Gross’un geçen hafta Washington Post’taki “Amerika’nın borcu en büyük sorun değil” başlıklı yazısını okuyunca, sermayenin zirvelerindekiler de Marx’ı okumaya başladılar galiba diye düşündüm. Gross, “Borç bir hastalık değil, bir semptomdur. ... Hastalık... tüketim ve yatırım yetersizliğidir. Borç sorunu, özel ve kamu kredi piyasalarında buna karşı geliştirilen antidotun istismar edilmesinden kaynaklandı” diyor, ekliyordu: “Biz ve küresel rakiplerimiz on yıllardır yetersiz toplam talep sorunuyla boğuşuyoruz. Şimdi açıkça görülüyor ki kaldıraç (borçlanarak yatırım yapmak) denen sihirli iksir artık tükendi... Krizin kalbinde borç değil toplam talep eksikliği yatıyor. ... Kapitalizmin bu potansiyel olarak ölümcül hastalığı birçok uzun dönemli maddi trendin üründür.”
Bill Gross “ölümcül hastalıktan” söz etmekte haklı. Hükümetler, talep yetersizliği sorunu yerine, piyasaların baskısıyla, harcamaları kısarak borç ödemeye odaklandıkça,Ponticelli&Voth araştırmasının gösterdiği gibi “kaos”kaçınılmaz oluyor, İngiltere’de yaşananlara benzer olayların yaygınlaşması da. 

Tuesday, August 09, 2011

“İkinci dalga”, büyük belirsizlik


Mali piyasaları sekiz haftadır bunaltan gerileme eğilimi perşembe günü sert düşüşlere yol açarak hızlandı. Cumartesi günü gazeteler, piyasalara ilişkin, “2008’den bu yana en kötü hafta” nitelemesini kullanırken ABD’nin kredi notunun tarihinde ilk kez “AAA”nın altına düştüğünü bildiriyorlardı.

Olağanüstü bir hafta geride kalırken ekonomik toparlanma umutları söndü. Cumartesi günü, “Bu noktaya nasıl geldik”, “Buradan nasıl çıkılır”, tartışmaları arasında kimi analistler mali krizin korkuyla beklenen ikinci dalgasının geldiğini düşünüyorlardı.

ABD’nin kredi notunun düşürülmesinin ardından, bu haftanın krizin gelişme yönü açısından çok kritik olacağı anlaşılıyor.

Piyasalar allak bullak oldu 
Perşembe günü, ABD’de Dow Jones Sanayi Endeksi yüzde 4.31 düştü, cuma günü 416 puan dalgalandıktan sonra günü yüzde 0.5 artışla kapadı. Perşembe günü yüzde 4.78 gerileyen S&P 500 cuma gününü de negatifte kapadı.

Avrupa’da FT 100, Dax ve CAC 40, perşembe günü sırasıyla yüzde olarak 3.43, 3.4, 3.9 olarak gerilediler. Cuma günü FT 100 ve Dax yollarına yüzde 2.7 gerileyerek devam ettiler. Yirmi dört ülkeden 6 bin hisse senedini izleyen MSCI’nin haftayı toplam yüzde 10 düşerek kapatması, krizin yayıldığını gösteriyordu.

Piyasalardaki bu “çöküşün” arkasında, kısa dönemli tetikleyiciler bağlamında dört gelişmenin olduğu söylenebilir: 1- ABD“AAA” kredi derecesini kaybetmek üzereydi; 2- Federal hükümetin harcamalarda yaptığı ve yapmayı planladığı kesintiler ekonomiyi daha da zayıflatacaktı; 3- İtalya’nın da resmin içine girmesiyle birlikte Avro bölgesinin borç krizi daha da derinleşti; 4- Çin yönetimi, ekonomiyi yavaşlatma yoluyla enflasyonla mücadeleye öncelik vermeye devam ediyor.

Dünya ekonomisinde bir toparlanmanın gündemde olmadığını, emtia piyasalarındaki gelişmeler de gösteriyor: Petrolün varil fiyatı, 2011’deki tüm kazanımlarını silerek 85 dolara geriledi. Metallerin ve sanayi hammaddelerinin üreticilerinin hisselerinde sert düşüşler yaşandı (Financial Times 05/08/11).

Bundan sonra ne olacak? 
Bu sorunun cevabını ararken, “kısa dönemli tetikleyicileri” bırakıp krizin yapısal nedenlerine eğilmek gerekiyor.

CNBC, Bloomberg TV, Wall Street ve FT portalları cuma günü boyunca birçok uzmanla konuştular; hemen hepsini izlemeye çalıştım. Gün biterken “Bundan sonra ne olacak” sorusuna tatmin edici bir cevap verilemediğini gördüm.

Genel hava kısaca şöyle özetlenebilir: Borç krizini aşabilmek için ek kaynak, bunun için de ekonomik büyüme gerekiyor. Ama ekonomik büyüme nasıl olacak belli değil. Bu konuda tam bir ideolojik karmaşa söz konusu. Ekranlara çıkanların büyük çoğunluğu, özellikle mali sektör temsilcileri “En iyi piyasalar bilir” demeye devam ediyor, sonra da hükümetlerden yardım bekliyor. Ama bu bağlamda önerilen politikalar, devlet harcamalarını (sosyal harcamaları) azaltmak gibi toplumsal talebi daraltarak ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkileyecek önlemlerden oluşuyor.

Diğer taraftan, Prof. Rogoff’a göre, krizin doğası hâlâ anlaşılmış değil. Piyasalar ‘Büyük durgunluk’ derken durumu olağan durgunluktan biraz daha sert bir şey olarak algılıyorlar. Halbuki, bu öyle sıradan bir durgunluk değil. Buna, aynı 1930’lardaki gibi ‘Büyük daralma’ demek gerekiyor. “Bu daralmanın kökündeyse aşırı borçlanma (overleveraging) var”. 

Rogoff da, bu borçların tasfiye edilebilmesi (deleveraging) için öncelikle ekonomik büyüme gerekir diyor. Ama bu borçların bu kadar büyümesinin arkasında, ekonomik büyümedeki (sermaye birikiminde) yavaşlamanın, yetersiz talebi destekleme çabasının yattığını unutuyor.

The Independent, Pimco CEO’su El Arian ve Prof. Stiglitz’e, yatırım bankalarından üst düzey yöneticilere “Bu çürüme nasıl durdurulur” diye sormuş. Verilen cevaplar, ekonomik büyümenin yavaşlamasının, talebin daralmasının arkasındaki sorunlara eğilmiyor. Bankacıların cevapları öncelikle sıkıntıyı göze alarak devlet harcamalarında kesintiye gitmek üzerinde odaklanmış. El Arian, “Büyümenin önündeki engeller kaldırılmalı” diyor, ama bu engellerin neler olduğunu söylemiyor. Stiglitz, en zenginlere vergi koyarak kaynak yaratmaktan, kamu yatırımlarıyla talebi canlandırmaktan söz ediyor. Ama büyümeyi aksatan etkenleri, o da sorgulamıyor.

Bu suskunluklarda bir mantık var: Biri o etkenleri sorgularsa, krizin nereden kaynaklandığı, krizden çıkmanın gerçek maliyeti, bunun kimin başına patlayacağı ortaya çıkabilir.

Büyüme nereden gelecek? 
Borç ödemek için büyüme, büyüme için de kaynak gerekiyor. Bu kaynaklar, yeni yatırımlarla, yeni “artıdeğer” üretim noktaları yaratılarak elde edilebilir. Ya da ek kaynak, “emek sömürüsü” oranları arttırılarak, sermayeye daha fazla servet transferi yapılarak yaratılabilir. Bugün bankalar ellerindeki kaynakları kredi olarak vermek yerine merkez bankalarına park ediyorlar, S&P 500 şirketinin “kasalarında” 950 milyar dolar nakit, yeni yatırımlara yönelmek yerine bankalarda yatıyor (Wall Street Journal 06/08/11). Kısacası, güven ve tatmin edici getiri/kâr oranı beklentisi yok. Böylece sömürü oranlarını, kaynak transferini arttırma seçeneği öne çıkıyor. Ama ya işçi sınıfı, çalışanlar bunu kabul etmezse?

Büyüme için gerekli kaynaklar, mal, sermaye ihracıyla ucuz hammadde, enerji kaynaklarına ulaşma yoluyla ya da birikmiş kaynaklara el koyarak (emperyalizm) ülke dışından da getirilebilir.

Ancak El Arian’ın da işaret ettiği gibi bu durgunluk, mali kriz, özellikle Batı’da tüm büyük ekonomileri etkiliyor. Herkesin aynı önlemlere yönelmesi, büyüme için gerekli kaynakların dünya ekonomisinden transferini, piyasa mekanizması içinde gerçekleştirmeyi zorlaştıracak. Bu zorluklar, rekabetçi devalüasyonlar, açık gizli korumacılık uygulamaları bağlamında, gündeme kimi “karanlık düşünceleri” getirebilecek.

Bu düşüncelerin ilk örneğini, 3 Kasım 2010’daki yazımda aktarmıştım: Krizin konuşulduğu bir toplantıda, Prof. Krugman(Demokrat) ve Prof. Feldstein (Cumhuriyetçi) “Kimseye savaş açmaya niyetimiz olduğunu sanmıyorum, ama bize II. Dünya Savaşı’ndakine benzer bir mali genişleme gerekiyor” saptamasında birleşmişlerdi.

Geçen hafta, Wall Street Journal’da editörlük, ABD Hazine Bakanlığı’nda müsteşarlık yapmış olan Craig Roberts’in,“Ekonomik iyileşme umutları ortadan kalkınca, savaş ihtiyacı daha da kaçınılmaz hale geldi” saptamalarını okuduk. Ben de bir başka savaş “beklentisine”Gloom Boom&Doom Report adlı mali bültenin editörü, İsviçreli yatırımcı, Marc Faber (65) ile cuma günü Bloomberg’de yapılan söyleşide rastladım. Faber, bir sonraki krizin 2008’dekinden çok daha sert olacağını vurgulayınca, TV sunucusunun ağzından kaçan, “Kapitalizmin sonu mu geliyor” sorusuna karşılık, “Bilgisayar kraş edince‘reboot’ gerekir. Kapitalizm şimdi bu durumda” dedi ve ekledi: “Büyük devletler bunu yaparken birbirleriyle savaşmaktan kurtulamayacaklar”. Benim de aklıma, nedense Suriye - İran - Türkiye üçgeni, Çin ve Hindistan’ın hızla silahlanmakta olması geldi...

Friday, August 05, 2011

ABD piyasalarında neler olduğunu anlamaya yardımcı olacaktır

"Calculated Risk" Web sitesinden aldığım bu grafikler ABD'de ekonomik toparnma savlarının aslında yalan olduğunu gösteriyor... Bu krizden çıkış yok! Aslında var ama, çıkarken  yaşanacak olanları düşününce hep böyle kalsa diyesim geliyor....






Thursday, August 04, 2011

Şimdi de Tel Aviv


 03 Ağustos 2011 -  
Cumartesi günü Tel Aviv ve 11 kentte 150 bin kişi sokaklardaydı. İsrail’de nüfusun yüzde 2’sinin katıldığı protesto gösterileri “devrim” dalgasının, jeopolitik engelleri aşarak İsrail’e de ulaştığını gösteriyordu.

Bu protesto eylemleri bir şeyi daha gösteriyordu: Kitleler, İsrail’de bile etnik, dini farklılıkları, ulusal güvenlik sorunlarını aşarak, ekonomik demokratik hakları için birlikte eylem yapabiliyor!

Habima-Tahrir
Tel Aviv’in Rothschild Bulvarı’nda, yaklaşık iki hafta önce gençlerin, Facebook üzerinden “konut yetersizliği ve hayat pahalılığı sorununu” dile getirmek üzere başlattıkları “Çadır Kent” eylemi, cumartesi günü, Yediot Aharonot gazetesinin bir yorumunda vurgulandığı gibi İsrail tarihinin en büyük protesto eylemlerinden birini gerçekleştirerek herkesi şaşırtan, ülkenin siyasi coğrafyasını yeniden düzenlemeye başlayan bir meyve verdi.

The American Porspect dergisinden Gorenberg’in Bulvar’dan aktardığı görüntüler, örneğin, bulvarın kavşağının girişinde asılı, üzerinde “Habima – Tahrir Meydanı” yazılı büyük pankart, “olayın” evrensel, ülke özelliklerini aşan boyutuna işaret ediyordu. İsrail’de başlayan bir eylemin kendini Kahire’de gerçekleşen bir eylemle ilişkilendirmesiyse, “uygarlıklar çatışması”fantezisine ve Tahrir Meydanı’na bakarken, göstericileri değil emperyalizmi görenlerin sinizmine kapılmayarak, aslında tek bir uygarlık, üstelik genel yapısal krizlerinden biriyle sarsılmakta olan bir “kapitalist uygarlık” içinde yaşadığımızın ayırdında olanlar için anlaşılmaz bir gelişme değildi...

Yine de bu eylemlerin bu kadar çabuk büyümesinin salt gözlemcileri değil katılanları bile şaşırtmasını sanırım esas olarak üç nedene bağlayabiliriz.

Birincisi, İsrail ekonomisi krizde değil, GSMH büyüyor, kişi başına milli gelir artıyor. Ama bu sırada gelir dağılımı bozulmaya devam ediyor, çalışanların (haberlerde ve yorumlarda ısrarla orta-sınıf olarak aktarılması da manidar), yaşam koşulları bozuluyor. Çünkü temel gıda, yakıt, enerji fiyatları, kiralar artıyor; “Bir avuç aile her şeyi kontrol ediyor”; neo-liberal ekonomi programlarının sonucu gelen özelleştirmeler sağlık, eğitim, ulaşım alanlarında hizmetlerin kalitesini bozuyor, fiyatlarını arttırıyor (New York Times, 31/07/11)

İşçi sınıfı proletaryaya dönüşürken
Bu nedenle eylemler, toplumun, “milyarderler dışındaki” tüm kesimlerinin katılımıyla hızla büyüdü. Güçlü Histadrut sendikalar konfederasyonu eylemleri desteklediğini açıkladı. Belediyelerin büyük çoğunluğu, eylemleri desteklemek amacıyla pazartesi günü bir günlük genel grev ilan etti. Bebek maması ve bakım malzemesindeki dayanılmaz fiyat artışlarını protesto etmek için büyük bir kadın grubunun bebek arabalarıyla gösterilere katıldığı görülüyordu.

Şaşkınlık yaratan bir diğer etken de İsrail’de siyasi iklime egemen olan “güvenlik paradigmasının sol hareketi bitirdiğine”ilişkin inancın kırılmasıydı. Aslında sol gruplar, “haklar mücadelesi” etrafında yıllardır, sık sık da Filistinlilerle birlikte çalışmaya devam ediyordu. “Toplumsal olay” başlayınca “sol”un bu çalışmalarının boşa gitmemiş olduğu, solun hızla canlanmaya başlamasıyla ortaya çıktı. “Toplumsal olay”, güvenlik paradigmasını aşmış, halk, “sağ”ın, hükümetin, “Filistin hareketi İsrail’in uluslararası meşruiyetini hedef almaya başladı, ulusal birlik çok önemli” gibi propagandalarını aşarak kendi ekonomik demokratik talepleri için bir “siyasi krizi” göze almıştı.

Üçüncüsü, eylemlerde, yerleşimcilerin (aslında toplumun en yoksul kesimi), emekçilerin kıyafetinden koyu dinci olduğu anlaşılan kesimlerinin, solcularla, Tel Aviv’in en seküler (“laikçi”), serbest -dekadan”- yaşayan “yeni orta sınıf” kesimleriyle yan yana meydanlara inmesi, nihayet bu meydanlara, İsrail’in Arap vatandaşlarının da katılmaya başlamasıydı (Haaretz, 31/07/11).

Aslında şaşıracak bir şey yoktu, madde doğasına göre deviniyordu, o kadar. İşçi sınıfı bir kere hareket etmeye,proletaryaya dönüşmeye başladığında, olağan zamanlarda kendisini bölen, dinci/etnik söylem ve fantezileri aşabileceğini bir kez daha gösteriyordu... Bu zeminde sol hem yıllardır harcadığı emeğin meyvelerini topluyor hem de siyasi yelpazede yerini yeniden ve güvenle almaya başlıyordu.

“Toplumsal adalet” ve “doğrudan demokrasi” taleplerinin, ekonominin tekelci yapılarına, neo-liberalizme tepkilerin eylemlere egemen olduğu görülüyor. “Doğrudan demokrasi” talebiyse, siyasi rejimin iflas ettiğini gösteriyor. Protestoların, dinci milliyetçi duyarlıklardan değil toplumsal sorunlardan kalkarak yükselmesi, uzun yıllardır bölge halklarını bu duyarlılıklarını kaşıyarak kontrol altında tutan İsrail ve Arap egemen sınıflarının, artık bu olanaklarının zayıflamakta olduğunu düşündürüyor...

Tuesday, August 02, 2011

"İran cephesinde" yeni bir şey mi var?

Geçen hafta uluslararası medyayı izlerken, İran’ın, Suriye’den Irak’a, füze kalkanı projesinden El Kaide bağlantıları iddialarına kadar çeşitli alanlardan gelen sinyaller bağlamında, bölge jeopolitiğinin ekranlarında yeniden öne çıkmaya başladığını düşündüm.

‘Irak’ı yöneten İranlı general’
ABD basını uzun süredir Irak’ta ABD askerlerini öldüren patlayıcıların İran’dan geldiğini ileri sürüyordu. Haziran ayında, ABD’nin Irak’taki askeri kayıpları birden uzun süredir görülmeyen düzeylere çıkınca bu iddialar yeniden gündeme geldi. Washington’da yayımlanan National Journal’ın ve The Guardian’ın aktardıklarına göre, haziran ayında Irak’ta öldürülen 14 ABD askerinden 12’si İran kaynaklı EFP adı verilen patlayıcılara ve IRAM olarak nitelenen havan toplarına hedef olmuşlar.

Irak’taki ABD askeri görevlileri, 2010 yılının ikinci yarısında hiç bu tür saldırı gerçekleşmemişken, 2011 yılının ilk altı ayında saldırılarda belirgin bir artış olduğuna dikkat çekiyorlar. The National Journal yazarı, “Irak’tan çıkma” tartışmaları sürerken, ABD’nin ülkedeki etkisi zayıflarken, İran’ın etkisinin artmakta olduğuna dikkat çekiyor.

Martin Chulov’un, The Guardian için Bağdat’tan gönderdiği bir araştırma yazısına göre, Irak’ın yönetimi çoktan, perde arkasından ipleri çeken, Kasım Süleyman adında bir İranlı generalin eline geçmiş. İran’ın doğrudan “Yüce Lider” Hamaney’e bağlı olan elit silahlı birlikleri El Quds Kuvvetleri’nin komutanı olan Süleyman, 2008 yılında, ABD ve Irak ordusu, Şii milislerle savaşırken, General Petreaus’a bir tekst mesajı göndererek, İran’ın, Irak, Gazze, Lübnan işlerinden kendisinin sorumlu olduğunu haber vermiş.

İran’ın Ulusal Güvenlik Bakanı Mowaffak el Rubai’ye göre, General Süleyman bugün Irak’taki en güçlü adammış. Irak’ın üç başbakan yardımcısından biri, Salih el Mutlak, Süleyman için “O gücünü Hamaney’den alıyor, Ahmedinejad’a bile hesap vermek zorunda değil” diyor.

Chulov, bir üst düzey ABD görevlisinin Süleyman için “O adeta Kayser Söze -Olağan Şüpheliler filmindeki esrarengiz ama o kadar da acımasız gangster- gibi biri” dediğini aktardıktan sonra, Başbakan Nuri el Maliki’nin yakın çevresinin düzenli olarak General’le görüştüğünü, Irak yönetimindeki politikacıların General’den çok korktuğunu ekliyor. Süleyman geçen yıl Şam’da, yeni Irak hükümetini oluşturma çalışmaları sürerken, Türkiye, Suriye, İran ve Hizbullah temsilcilerinin katıldığı toplantıda herkesi, El Maliki’nin yeniden başbakan yapılması konusunda ikna etmiş. Irak Parlamentosu’ndaki Kürt temsilcilerden Mahmud Osman’a göre, “bugün Irak’ta alınan her kararın arkasındaki anahtar isim General Kasım Süleyman’dır” (The Guardian, 28/07/11).

ABD’nin bu General’le sorunu yalnızca Irak’la sınırlı değil. ABD gazeteleri, Suriye içindeki ve dışındaki kaynaklara dayanarak, General’in emrindeki Quds Kuvvetleri’nin, Suriye’de ayaklanmayı bastırma konusunda Esad yönetimine yardımcı olduğunu, diğer bir deyişle İran’ın, Suriye’nin içişlerine doğrudan karıştığını ileri sürüyorlar. Jarusalem Post’ta geçen hafta, General Süleyman’ın “portföyünde” olduğu kolaylıkla varsayılabilecek Hizbullah’ın, Suriye muhalefetinin kimi sözcülerinin, “isyanı bastırması için hükümete yardım ediyor” suçlamasına şiddetle itiraz ettiğini aktarıyordu. Hizbullah sözcüsü, bu suçlamalar için “siyasi amaçlı ve asılsızdır” demiş.

El Kaide İran’da
ABD yönetimi İran’ın bölgedeki etkisini kırmak, nükleer enerji/silah programını engellemek istiyor; bu bağlamda, İran’ın nükleer çalışmalarını sabote eden bilgisayar virüslerinin yanı sıra, yakın zamanda bir nükleer fizikçinin öldürülmesi gibi gizli operasyonlar düzenliyor. Ama daha açık bir müdahale söz konusu olduğunda ABD, müttefiklerinin ve dünya kamuoyunun desteğini alamadığı için adım atamıyor.

Geçen hafta ABD’nin, İran’ın El Kaide’ye yardım ettiğini ileri sürmesi, bu alanda yeni bir sürecin başlamış olabileceğini düşündürüyordu. The Wall Street Journal’ın aktardığına göre, ABD Hazine İdaresi, geçen perşembe günü, El Kaide’nin kaynak transferi işleri için İran’da yerleşik üyelerinden yararlandığını gösteren bilgileri açıklamış. Böylece ABD, İran’ı ilk kez ve resmi olarak doğrudan terörizmle işbirliği yapmakla suçlamış oldu. ABD yetkilileri, Şii İran’ın, Sünni El Kaide ile işbirliği yapmasının arkasında, ABD’yi bölgeden çıkarma hesaplarının olduğunu söylüyorlar.

Saddam’ın ne nükleer enerji programı vardı ne nükleer silah yapma programı. Saddam’ın El Kaide ile ilişkisi yoktu. Ama ABD kitle imha silahları ve El Kaide ilişkisi iddiaları üzerinden, bunları kanıtlamaya gerek duymadan Irak’a savaş açtı. Bugün, İran’ın nükleer enerji ve büyük olasılıkla da nükleer silah programı var. ABD Hazine İdaresi’nin El Kaide ilişkisi iddiaları, kimi isimler ve hesaplara ilişkin verilerle desteklendiğinden oldukça ciddi görünüyor.

Acaba bu sürecin sonucu ne olacak diye düşünürken, gözüme Novosti Press’in “ABD’nin füze kalkanı, İran’a yapılacak bir saldırının ön adımlarından birini oluşturuyor” başlıklı haberi takıldı. Novosti Press’in aktardığına göre, Rusya’nın NATO’daki temsilcisi Dimitry Rogozin, perşembe günü yaptığı bir açıklamada, “Füze savunma sistemi tümüyle savunmaya yönelik değil, Rusya’da ve birçok ülkede, çok sayıda uzman kurulacak bir Avrupa füze savunma sisteminin, İran’a yapılacak bir saldırıyı hazırlamanın gerekçesi olabileceğine inanıyor” diyormuş.

Bu savunma sisteminin ayaklarından birinin Türkiye’ye kurulması olasılığını düşününce de akla ister istemez Türkiye-İran ilişkilerindeki son gelişmeler geliyor. Bu iki ülke aralarındaki dostluğu korumaya özen göstermeye devam etseler de, Suriye krizi bağlamında giderek farklı saflarda yer almaya başlamış gibi görünüyorlar.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun 11 Temmuz’da gerçekleşen İran ziyaretinin ardından, 18 Temmuz’da İran Devrim Muhafızları’nın yayın organı Sobesadegh gazetesinde yer alan bir yorum, tarafların Suriye sorununa yaklaşımlarındaki farkı çok açık bir biçimde sergiliyordu. İran yönetimi Suriye’deki rejimi, Arap baharıyla devrilen “ABD yanlısı rejimlerin” aksine“direniş cephesinin bir parçası olarak görüyor, ayaklanmanın arkasında da ABD, Siyonist parmağı olduğuna” inanıyor.Sobesadegh’in yorumuna göre “Türkiye Suriye’de çok olumsuz bir politika izliyor; Suriye muhalefetine giden silahların sınırlarından geçmesine izin veriyor”. Sobesadegh, “Eğer Türkiye Suriye karşıtı politikalarında ısrar ederse, İran, Suriye ile Türkiye arasında bir seçim yapmak zorunda kalacak” diyor ve “o zaman da İran’ın Suriye’yi seçeceğini” ileri sürüyor. (Wahied Wahdat – Hagh, European Foundation for Democracy, Brüksel, 28/07/11)

Özetle; geçen hafta rastladığım kimi veriler, bana İran’a yönelik bir askeri, müdahale olasılığının güçlenmekte, bu müdahalede ABD’ye yardımcı olabilecek bir cephenin şekillenmekte olduğunu düşündürdü.