Sunday, May 27, 2012

Bir laboratuvar olarak Yunanistan-

(24 Mayıs 2012 Sendika.org)
Yunanistan bugünlerde, sınıf mücadelesi, komünist siyaset konularıyla ilgilenenler, kapitalizmin ufkunu aşmak için mücadele edenler açısından tam anlamıyla bir laboratuvar oluşturuyor. Bu laboratuvardan yeterince yararlanamadığımızı düşünüyorum. Hatta, bende, tartışmaların, esas olarak, adeta “SYRIZA’ya karşı tutum” sorunsalı etrafında, kitlelerin ve proletaryanın talepleri, beklentileri ve olası kazanımları değil de grup ve partilerin kendi beklentileri, olası kazanımları bağlamında sürdüğü izlenimi oluşuyor. 

Komünist (en genel anlamda) hareketin içindeki, toplumsal muhalefetin dalgası yükselmeye başladığında çok daha kolay görülebilir hale gelen, iki kısırlaştırıcı eğilimin Yunanistan’da da dikkat çekmeye, konjonktürü etkilemeye başladığı görülüyor.Halkçılık (popülizm) ve ikamecilik eğilimlerinin özelliklerinin, dinamiklerinin, potansiyel etkilerinin gözlemlenmesi ve anlaşılması açısından da Yunanistan değerli bir laboratuvar oluşturuyor 

Laboratuvarın mekanı, zamanı, ufku 
Yaklaşık üç yıldır Yunanistan’da kapitalizmin var olan kriz yönetme modeline, neo-liberal küreselleşmeye karşı muhalefet yükseliyor, sınıf çelişkileri sertleşiyor. 
Yunanistan aynı zamanda Avrupa Birliği’nin üyesi, Avrupa ekonomisinin bir parçası. Bu nedenle Yunanistan’da yükselen toplumsal muhalefet ve sınıf mücadelesi, tüm Avrupa’da yükselmekte olan toplumsal muhalefet ve derinleşmekte olan sınıf çelişkileriyle aynı zamanı paylaşıyor. Bu açıdan, Avrupa çapında bir genel kabarmadan (büyük küme) bir de bunun içinde Yunanistan’daki kabarmadan (büyük kümenin alt kümesi) söz etmek gerekiyor. Dahası, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin ekonomilerinin, Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerin ekonomilerine eklemlenme biçimlerinin emperyalist karakteri düşünülerek tüm Avrupa çapında yükselen toplumsal muhalefetin ortak bir kaderi paylaştığı da söylenebilir. 

Ortak bir kaderi paylaştığını düşündüğüm bu muhalefet karşımıza salt bir yoksullaşmaya işsizliğe karşı bir tepki, direniş olarak çıkmıyor. Bu muhalefet, “işgal hareketlerinde” gündeme gelen demokrasi tartışmalarının sergilediği gibi aynı zamanda, tüm diğer dünya görüşlerine kapalı, tüm insanları yalnızca bir tarzda, sermayenin nesneleri olarak var olmaya zorlayan, etkinliklerini verimlilik, karlılık ölçütüne kıyasla değerlendiren, manipüle eden ve denetleyen, doğayı, yaşam dünyalarını sermaye birikimine yakıt yapan, nihilist bir varoluşa karşı da bilinçli, yarı bilinçli ya da içgüdüsel bir tepki olarak şekilleniyor. 

Tüm bu olaylar aynı zamanda kapitalizmin yapısal krizini düzenleyen mekanizmaların tükendiğini, kapitalizmin yine bir“geçiş sürecine” girdiğini gösteren bir mali kriz içinde yaşanıyor. Bu “durum” Yunanistan’da yaşanmakta olanların sonuçlarının Yunanistan’la sınırlı kalmayacağını gösteriyor. 

“Bugün” durum 
Yunanistan’da yaklaşık üç yıldır, “halk” sokaklarda, protesto gösterileri düzenliyor meydanları işgal ediyor, polisle çatışıyor, rejimin önlerine getirdiği kemer sıkma politikalarına “hayır benim istediğim bu değil” diyor. 

Rejimin, tüm itirazlara, imkansızlıklara karşın sürekli aynı şeyleri dayatması karşısında “halk” giderek, karşısında hastalıklı bir yapı olduğunun ayırdına vardı ve ufkunu genişletmeye başladı. Seçimlerle iktidara gelen bir PASOK hükümetinin, halkın oyuna baş vurmaya kalkınca, bir uluslararası mali sermayenin yönetim “komitesi” (AB - Trilateral Komisyon- İMF ve Avrupa Birliği kompleksi) tarafından görevinden alınması, bardağı taşıran son damla oldu. “Halk”, çoktan bir informel (gayri resmi) sömürge haline gelmiş bir ülkede, “örtülü” diktatörlük altında yaşıyor olduklarının ayırdına varmaya başladı. 
Bu koşullarda gerçekleşen genel seçimler, beklendiği gibi iki düzen partisi PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi’ne bir koalisyon kurarak eski politikalarında ısrar etme şansı verseydi, yaklaşık üç yıldır sürmekte olan durum, yukarda değindiğim özellikleriyle devam ediyor olacaktı. Ancak seçimler beklenmedik bir sonuç üretti. Üç yıldır devam eden durum yeni bir “hakikat” (dolayısıyla olasılıklar) üreterek değişti. Egemen sınıf ve kapitalizm Yunanistan’da yönetme kapasitesini kaybetmiştir, neo-liberal hegemonya kırılmıştır. Bu anlamda tarih Yunanistan’da belirsiz bir sürece girmiştir. Bugün durum budur! 

Bu yeni süreç iki olasılıktan birine açılacak gibi görünüyor. Birinci olasılıkta, kapitalizm ve egemen sınıf, ya “halkı” yeniden ikna ederek 17 Haziran seçimlerinden yeni hükümeti kuracak bir biçimde çıkacaktır, ya da 17 Haziran seçimlerinden güçlenerek çıkması beklenen SYRIZA’yı eski programın temel bileşenlerini uygulama konusunda yeterince taviz vermiş olarak hükümeti kurmaya zorlayacaktır. Bu olasılıkta, bugün açılmış olan çatlak kapanacak, zaman “dünkü” haline geri dönecektir. 

İkinci, daha zayıf bir olasılık olarak, SYRIZA seçimlerden taviz vermeyi kabul etmeyerek çıkacak, hükümeti kuracak ve “halka”, yapı içinde kalarak neyin nereye kadar yapılabileceğini gösterecek, “halk” bu hükümeti nereye kadar destekleyeceğine, nereden sonra “halk” olmaktan çıkarak sınıflara bölünmeye, proletarya hareketine dönüşmeye başlayacağına karar verecektir [1]. Bugünkü durumun belirleyici özelliği bence budur. 

Bu iki olasılıktan hangisinin şekilleneceğine, “bugünkü” durumun yeni bir duruma mı açılacağına yoksa önceki duruma mi geri döneceğineyse, bugünkü durum içindeki siyasi öznelerin “halk” ve toplumsal muhalefetle ilişkilerinde benimseyecekleri tutumlar karar verecektir. Bu nedenle, “halkçılık” ve “ikamecilik” eğilimlerinin olası etkilerini gözlemlemek, yakından izlemek ve tartışmak, o deneyleri ortak hafızaya katmak büyük önem taşıyor. 

Popülizm (halkçılık
Konumuz gereği bizi burada “sol” popülizm ilgilendiriyor, faşizm, ya da Siyasal İslam gibi sağ popülizm değil. Popülizm,“bütün sınıflara birden yaslanarak siyaset yapmaya çalışmak” olarak tanımlanabilir. Bu siyasi akım, çelişkili sınıf çıkarlarına sahip sınıflardan oluşan bir insan grubunun (halk) arzularının tümünü birden temsil edecek bir talepler bütününün, programın var olabileceğine inanır. 

Gerçekte, farklı sınıflardan oluşan bir grubu, yükselen bir toplumsal muhalefet olarak, birlikte hareket etmeye başladıysa, burada aslında bir “hegemonik moment” oluştuğundan, diğer bir deyişle, halkı oluşturan sınıflardan birinin kendi çıkarını halkın çıkarı olarak sunmayı başararak, geri kalanını bir hareket olarak bir araya toplayabilmiş olmasından söz etmek gerekir. 

Popülizm bu hegemonyanın ürünü olarak bu sınıf çıkarlarını gizleyen bir işlevi bilerek ya da bilmeyerek üstlenir. 

Sol popülizm esas olarak, büyük sermayeye, yabancı sermayeye, işgale, dinci etnik, ulusal baskıya karşı tepkisini dışa vurmaya başlayan küçük burjuvazinin, kendini sınıf olarak değil, sınıflar çelişkisinin dışında ve üstünde gören öz bilincinin, halk sınıfları arasında yaygınlaşmış egemen bilinç haline gelmiş olmasının ürünüdür. Bu anlamda, sol popülist siyasetin liderliğini kabul etmiş bir halk hareketi, küçük burjuvazinin “çelişkili sınıf pozisyonları” olarak nitelenen istikrarsız ekonomik ideolojik siyası tepkisini yansıtan istikrarsız bir oluşumdur. 

Bu hareket yükselirken, hedeflerine ulaşır görünürken bütünlüğünü korur. Bu hareket başarısız olmaya, ivmesi kırılmaya başladığı zaman, halk sınıfları üzerindeki hegemonyasını da kaybetmeye başlar. Bu durumda, “halk” hareketi, toplumsal muhalefet de bütünlüğünü, bir sonraki aşamada, proletarya ve sermaye sınıflarından birinin hegemonyası altında yeniden kazanmak üzere, kaybetmeye başlar. 
Popülizm, toplumsal muhalefeti, içindeki sınıf ayrımlarının üzerinden aşan bir biçimde yorumlama ve etkileme çabasına ilişkindir. Popülizmle “toplumsal muhalefeti”, “ hareketini” birbirine karıştırmamak gerekir, popülizm bir siyasi projenin, bir akımın adıdır, “halk” hareketi, toplumsal muhalefet de onun ilgi nesnesi. 

İkamecilik 
İkamecilik, gerek siyasi kararları alırken, gerekse de bu kararları almaya açılan düşünsel süreçlerde, siyasi partiyi, ya da hareketi (bilinçli, kararlı bir grup insanın iradesini) sınıfın iradesi ya da eyleminin yerine koymaya çalışmaktır. 

İkamecilik, pratikte, işçi sınıfının yapacak gücü, örgütlenmesi olmadığı koşullarda, onun adına davranmaya, onun yapamadıklarını yapmaya kalkışmak olarak kendini gösterir. Bu durum, ya siyasi örgütün ya da kendini bu kez siyasi örgütün yerine ikame etmiş bir liderliğin hem sınıftan hem de sınıfın nesnel koşullarından kopmuş, ya da kopuk olduğunun bir göstergesidir. 

Marx’ın Rus Nardonik devrimcilerinin eylemlerini düşünürken işaret ettiği gibi, işçi sınıfının henüz tarih sahnesine çıkmadığı ya da yeni şekillendiği bir dönemde, “halk” adına gerçekleştirilen Narodnik eylemler, ikamecilikten ziyade, bir grup aydının, tarihin koşullarına onurlu başkaldırısıdır. Ama halk hareketleri bir kez oluştuktan, proletarya mücadelesi tarih sahnesine çıktıktan sonra, onun adına davranmak, tam anlamıyla ikamecilik, hatta siyasi intihar anlamına gelmeye başlamıştır. 

Düşünsel süreçlerde ortaya çıkan ikamecilik genellikle, siyasi konjonktürleri yorumlarken, projeler tasarlarken, örgütün, partinin özellikleriyle, sınıfların, “halk” hareketlerinin, toplumsal muhalefetin özelliklerini birbirine karıştırmakla ilgili bir durumdur. Bu siyasi analizlerde, ya da taktikleri, projeleri tasarlarken, toplumsal muhalefetin, “halk” hareketinin andaki taleplerinin, yerine örgütün çıkarlarını, taleplerini, ikame ederek düşünmekle ilgilidir. 

Popülizm, toplumsal muhalefeti, “halk” hareketini, liderliği altına almaya çalışan bir akımdır ve bu bağlamda hem sosyalist hareketin kendini koruması gereken bir akımdır, hem de toplumsal muhalefetin özelliklerinden biri olarak ilişki kurması hatta işbirliği yapması gerekebilecek akımlardan biridir. Muhafazakar partiler, faşist partiler bu kategoriye girmez ler. Ama sol popülist hareketler, az sonra değineceğim gibi reformist hareketler, toplumsal muhalefete ait oluşumlar olduklarından, bu muhalefetin içindeki hegemonya mücadelelerinden sosyalistlerin kaçınmasının olanaksızlığından dolayı, bu kategoriye girerler. 

Tam bu noktada Marx ve Engels’in Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi liderliğine — Bebel, Liebknecht, Fritzsche, Geiser, Hasenclever, Bracke- gönderdikleri 1879 tarihli mektuptaki bir saptamayı anımsamak yararlı olabilir. 

“Fakat bu baylar (Hochberg, Bernstein, Schramm) daha önce gösterildiği gibi tam anlamıyla küçük burjuva kavramları savunmaktadırlar. Almanya kadar küçük burjuva olan bir ülkede, tabii ki bu kavramların bir geçerliliği vardır, ama yalnızca Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin dışında. Eğer bu baylar bir Sosyal Demokrat Burjuva parti kurmak istiyorlarsa, bunu yapmaya tabii ki hakları vardır. Bundan sonra onlarla pazarlık edilebilir, koşullara göre anlaşmalar yapılabilir. (August Bebel, Wilhelm Liebknecht, Wilhelm Bracke ve diğerlerine mektup, MECW- Bütün eserler- Cilt 24, sd 253) 

Burjuva sosyal demokrat akımlara parti içinde yer yoktur. Bunlar, burjuva sosyal demokrat parti kurabilirler, komünistler koşullara bağlı olarak onlarla pazarlık eder. Anlaşmalar yapabilirler. 

Komünistlerin partisi, başka sınıflara ait görüşlerin temsilcilerini içinde barındıramaz. Ama bunların partileriyle pazarlık yapabilir anlaşmalar yapabilir. Söz konusu popülist ya da reformist bir akımın etkisi altındaki toplumsal muhalefet, “halk” hareketi olduğunda, bunun içindeki farklı sınıf çıkarlarını, bilinç düzeylerini göz önüne almak, bu hareketi etkileyen, sol ya da sosyal demokrat partilerle, bu hareketin, bu konjonktürde önüne koyduğu hedeflerine ve çıkarlarına ulaşmasını kolaylaştırmak amacıyla pazarlıklar, anlaşmalar yapılabilir, yapılmalıdır. Komünist hareketin siyasi bağımsızlığını korumak, işte tam da burada, bu pazarlıkları ve anlaşmaları sağlıklı bir biçimde yapabilmek için gereklidir. 

Bu bağlamda, Bolşeviklerin, bir aşamada, işçi sınıfı tüm köylükle birlikte hareket ederken, köylülük henüz sınıflar temelinde bölünmemişken, popülist bir köylü partisi olan Trudoviklerin (Sosyalist Devrimcilerin) tarım programını benimsemekten çekinmemiş olmalarını da anımsayabiliriz. 

Partinin çıkarlarını (kendini koruma refleksini) “halk” hareketinin, toplumsal muhalefetin, ve bunun içinde işçi sınıfı hareketinin çıkarlarının önüne koymak ikameci bir yaklaşım olmayacak mıdır? Son tahlilde parti sınıfa ve harekete hız vermek, yön vermek, siyasi hedeflerine ulaşmasını sağlamak için mi var yoksa parti olarak var olmaya devam etmek için mi var? 

Reform ve devrim 
Ne zaman, reform ve devrim konusunda düşünecek olsam, aklıma çok saygı duyduğum ama hayattayken bir türlü anlaşamadığım emektar bir komünistin, “fabrika tuvaletinin temizliği için mücadele etmeyen, devrim için mücadele edemez” sözü gelir. Bu komünistin bir de “sosyalistlerin bir yerdeki varlığı ile yokluğu arasında mutlaka fark olmalıdır. Sosyalistin varlığı fark yaratmalıdır” saptaması var. Bu da konuyla ilgili. 

Bu saptamalardan ben öncelikle şu sonucu çıkarıyorum. Komünist hareketin mücadelesinin bir boyutu, işçi sınıfının günlük yaşamındaki hak ve özgürlüklere ilişkin kazanımları için mücadele etmektir. Bu bir gün fabrika tuvaletinin bakımı için işi bırakmayı örgütlemek olabilir, bir başka gün fabrikayı işgal etmeyi örgütlemek. Bu anlamda komünistin varlığı günlük mücadelenin sorunlarının çözülmesi açısından bir fark yaratmalıdır. Yoksa bu varlığın anlamı tartışmalıdır. 

Ama Komünist hareket aynı zamanda siyasi bir harekettir. Diğer bir değişle siyasi iktidarı hedefleyen bir harekettir. Öyleyse varlığı bu alanda da bir fark yaratmalıdır. Yaratamıyorsa, bu varlığın anlamı tartışılmalıdır. 

Bu kısa saptamalar “devrim ve reform arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?” sorusuna açılıyor. 

İşçi sınıfının, “halkın” yaşamında el atılması, uğruna mücadele edilmesi, kazanılması gereken o kadar haklar sorunu var ki... Nereden başlamalı? Hangi reformları savunmak gerekir? 

Ben bu soruya cevap verirken iki etkeni birden göz önüne almak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, toplumsal muhalefetin hedef aldığı elde etmeyi amaçladığı haklara ilişkin talepler. İkincisi, ucu açık bir süreç de olsa, şimdilik kaydıyla da olsa, siyasi iktidara açılan devrimci bir proje tasarımı. 

Belli bir konjonktürde, reformizme düşmeden gündeme alınması gereken reform hedefleri kümesini bence bu devrimci tasarımın hedeflerinin oluşturduğu kümeyle, toplumsal muhalefetin hedeflerinin oluşturduğu kümenin kesiştiği yerde buluyoruz. Bunlar hem olanaklı, hem de kazanım mücadelesi toplumsal muhalefete, halk hareketine ve nihayet onun içinde işçi sınıfı hareketine ivme kazandırabilecek, böylece yeni talepleri gündemine almasına olanak verebilecek reform talepleridir. 

Yunanistan’da durum 
Bugün (başta sınırlarını tanımladığım haliyle) durumun ana bileşenleri şöyle. 
Yaklaşık üç yıldır yükselen toplumsal muhalefet son seçimlerde yeni bir durum yarattı, yükselmeye devam ediyor. 
Bu toplumsal muhalefet Yeni Demokrasi ve Pasok Partilerinden kitlesel bir kopuşa, neo-liberal hegemonyanın kırıldığına işaret ediyor. 
Bu toplumsal muhalefetin içinde, bir hegemonya mücadelesi sürüyor. Sol taraftan esas olarak SYRIZA, KKE, ANTARSYA, Sağ tarafta faşist parti ve milliyetçi parti. Bugünkü durum, soldan gelen hegemonya mücadelesinin etkisinin. Sağdan gelenden daha yüksek olduğunu gösteriyor. 

Sol tarafta, en etkin, hegemonya pozisyonuna yakın merkezin SYRIZA olduğu anlaşılıyor 

SYRİZA bir “sol blok”, bir taraftan bakınca reformist, diğer taraftan bakınca popülist özellikler sergiliyor. Bu nedenle de, kan kokusu almış sırtlan misali, AB egemen sınıfları, bu popülist, reformist hareketin iç çelişkilerinin, yapısal istikrarsızlığının üzerine giderek toplumsal muhalefeti daha ileri çekmesini, KKE ve ANTARSYA ile güç birliği yapmasını, toplumsal muhalefetin düzen dışına kaçmasını engellemeye, hatta SYRIZA’yı toplumsal muhalefete ihanet etmeye zorlamaya çalışıyorlar. Bunu başarabilmek için, SYRIZA ile diyalog kuruyor, yakınlaşıyor, Marx ve Engels’in mektuplarında değindikleri gibi, pazarlık edip, anlaşma yapmanın yollarını arıyorlar. 

Bunu başarırlarsa, sol içinde bir işbirliği şansı, bir tarihsel moment kaçmış olacak, toplumsal muhalefet, önüne koyduğu taleplerin hiçbirini elde edemeyeceği için ivmesi kırılacak, yeniden iktidarsızlık ruhuna geri dönecek. Bu geri dönüş başladıktan sonra meydan, bu süreçte, SYRIZA’yı yalnız bırakmış, birlikte savaşmak yerine hedef almış olan sol örgütlere, yenilginin nedenleri arasında görülecekleri, toplumsal muhalefet sola güvenini kaybettiği için, kalmayacaktır. 

Reformlar için mücadele etmeyenlere, yenilgiyi engellemek için bir şeyler yapmak yerine sırada bekleyenlere halk itibar etmeyecektir. Uzun yıllar sonra ilk kez, sınıf mücadelesini devletin içine taşıyacak bir iktidar olasılığı ortaya çıktığında, bunu dört elle yakalamaya çalışmayanların, “Hele bir dalalım içine bakalım ne olacak?” cesaretini, basiretini gösteremeyenlerin liderlik iddialarını, toplumsal muhalefet, halk hareketi ciddiye almayacaktır. 

Sol bir ittifakın, yürütme organının başını, yasamada çoğunluğu ele geçirmesi, tabii ki riskli bir iştir. Siyaset, hele gerçek,devleti kurcalamaya başlayan, devrimci siyaset, çok daha riskli bir iştir. Ama kısa bir süre için bile olsa, (ki bu sürenin kısa mı olacağı, yoksa başka bir sürece açılan bir başlangıç mı olacağını kimse şimdiden bilemez) devlet alanını doğrudan sınıf mücadelesine açmak, “halk” ile hatta proletarya ile devlet arasındaki diyaframı yırtmak, egemen sınıfların halktan yana reformları engellemek için atacakları taklaları, gündeme getirecekleri komploları teşhir edebilme şansı bu risklere değmez mi? 

Dipnot 
1.Belli bir soyutlama düzeyini koruyabilmek için, “halk”, toplumsal muhalefet kavramlarını, salt “tarihin nesnesi” olarak değil, yaratıcı olasılıkları yaratan potansiyellerine atıfla adeta kendi beyni olan bir şeyin, bilinçli bir varlığın adı gibi kullandım. Daha sonra, siyasi öznelerin tavırlarını konuşmaya başladığımda, bu kez halk ve toplumsal muhalefet kavramlarını, tam anlamıyla nesnel, tarihin nesnesi olarak devinen, kendiliğinden hareketlerin adı olarak kullanacağım. 

ergin.yildizoglu@gmail.com

No comments: